0

UNİCEF'in geçenlerde yayınladığı eğitim raporu ilginç veriler barındırıyordu. Ciddi bir eğitim gündeminden, tartışmasından yoksun olan Türkiye için veriler, kurulduğu günden bu yana 'Hint ineği' muamelesi gören zorunlu eğitim sistemine ilişkin en azından lüzumsuz ön kabullerimizi sorgulamak için fırsat sunuyor. Şüphesiz modern dünyada her türlü nahoş veriyi mevcuda payanda yapacak bir araçsal aklın hükümferma olduğunu biliyorum. Sistemin işleyişine ilişkin alarm zili hükmünde olan her türlü donenin el çabukluğuyla sistemin dışı bir kaynakla ilişkilendirilerek statükonun temize çıkarılması yetmiyormuş gibi sistem kaynaklı problemler gerekçe gösterilerek sisteme güç aktarımı yapılmaktadır.

Türkiye için başlı başına bir kapan hüviyetinde olan cari sistem, böylece hayatiyetini devam ettirtebilmekte. Burada mesele yanlış ve problemli bir yapının varlığının edip etmemesi değil. Asıl önemli ve vahim olan söz konusu yanlış ve problemli yapının çözüm merkezi olarak görülmesidir. Bu şekilde ele alınıp tahkim edilmesidir. Hertürlü eleştiri ve sorgulamadan kaçırılmasıdır. Tüm yanlış, eksik ve hatalkardan beri kılınması, bu tür noksanlıklardan tenzih edilmesidir. Kutsallığı, Hint ineği vaziyeti de buradan gelmektedir. Amaçların yüceliği perde kılınarak, iyi, güzel ve makul şeyler sıralanarak kötü, çirkin ve gayrı makul bir yapıya mahkumiyetimiz pekiştirilmektedir.

Oysa karşımızda, defaatle belirttiğimiz gibi, ne iyi, güzel ve makul bir yapıya saldırıda bulunan barbarlar var, ne de söz konusu yapıyı keyfe keder eleştirilerle engellemeye çalışan istemezükçü bir müzmin muhalif cephe var. Tam tersine söz konusu yapıyı yapının tarihsel serencamını ve beslendiği sosyal-siyasal şartları da dikkate alarak sorgulamaya çalışan cılız bir çaba var. Bu çabayı büyütmek, olgunlaştırmak hayati önemde iken görmezden gelmek veyahut itibarsızlaştırmak taammüden kendine operasyın çekmektir. Sistemi sorgulamaya vesile olacak verileri sistemi geliştirecek, büyütecek operasyonel unsurlara dönüştürmek Türkiye'nin yarınlarına dair sahici endişesi olanlarca kabulü gaflet değilse ihanettir.

Dolayısıyla UNİCEF'in raporunda dile gelen herhangi bir hususa odaklanmak yapısal bir eleştiri ile karşı karşıya kalma anlamındadır. Örneğin UNİCEF2in raporundaki önümüze eğitim mucizesi olarak konulan Finlandiya ve benzeri ülkelerin vaziyetine ilişkin şu istatistiki veri: Eğitim sistemindeki öğrencilerin beşte biri temel eğitim becerilerinden yoksun. Bu küçük veri yapısal bir sorgulama için acil davet hükmünde. Bu davete icabet için modern dönemin narsist konumlanışından, her biri ayrı bir zihinsel prangaya dönüşen önkabullerinden sıyrılmak gerekliliği var. Toplumu devletin ideolojik-politik istasyonlarından şekillendirilecek bir tarihsiz-kültürsüz-hafızasız bir nesne olmadığını görmek gerekiyor. Sistemi mümkün kılan ideolojik-politik vaziyetin, ekonomik-sosyal-kültürel gerçekliğin el'an dahil dönüşüm halinde olduğunu görmek gerekiyor. Projeksiyonu sadece piramidin tepğesine tırmanmış azınlığa değil sert, katı, sofistike tüm stratejilerle dışlanan çoğunluğa odaklanmak gerekiyor. Birincilere değil altta yığılşan, görünmez kılınan çoğunluğa odaklanmak gerekiyor. Zira mevcut eğitim düzeneği kitlesel karakteriyle mevcut. Belirli yaş aralığındaki tüm nüfusu hedef aldığı için ve planlaması, organizasyonu, denetimi vs. bu niteliği üzerinden şekillendiği için her türlü başarı gösteren azınlığı sosyolojik vaziyetin doğal bir yansıması olarak değerlendirmek mümkün değil. Bu düzenek belirli yaş grubundaki ortalamayı baz aldığı için esas itibariyle başarı çıtası son derece düşük bir yapıdır ve bu niteliği dikkate alındığında mevcut başarısızlık çok daha çarpıcı bir hal almaktadır. Seçtiği yaş aralığı doğrultusunda zaman, mekan, perdonel, müfredat ve süreç sistematiği detaylandırılmış rasyonel bir düzeneğin mucize şeklinde bir susturucuya dönüştürülen Finlandiya örneğinde de görüldüğü üzere potansiyeli düşük, ufku dar irrasyonel bir direnç odağı olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Bu örnekten hareketle teknik bir takım aksaklıkların olduğunu söyleyip yapageldiğimiz gibi sistemi korumaya mı alacağız yoksa yaklaşık 200 yıldır yapıp ettikleriyle önümüzde duran bu yapıyı ontolojik bir sorgulamaya mı tabi tutacağız?

Aydınlanma filozofu Kant 'aklını kullanma cesaretini göster!' diye haykırırken geleneğin, dinsel inanışların tahakkümüne dikkat çekiyordu. Lakin kısa süre geçmeden söz konusu çağrının daha sistematik bir tahakküm arayışına davetiye olduğu ehil olanlarca görüldüğü ifade edildi. Gel gör ki aradan geçen zamana ve atlatılan onca badireye rağmen hala söz konusu çağrıyı ve bu çağrıyı kamufle ederek şekillenmiş yapıyı yegane kurtuluş olarak görme inadında hiçbir değişme yaşanmıyor. Derman diye verilenin şu an büyük derdimiz olduğunu gördüğümüzde bir yol bulma imkanımız olacak. UNİCEF'in raporu umalım ki buna vesile olsun.