Yokuşun başından evimizi gördüğümde, yüzlerce kayıtsız camın arasından gözlerim hep bir tanesini arardı. Annem, kız kardeşlerimin okul servisinin geliş saatini asla şaşmayan bir disiplinle hesaplar ve tam o anda o pencerede olurdu. O pencere, sadece bir cam parçası değildi bizim için; dünyanın tüm yorgunluğuna ve hoyratlığına karşı bir kalkan, adımlarımı hızlandıran bir vuslat müjdesi ve “artık güvendesin” hissinin yeryüzündeki en somut kanıtıydı. O pencerenin ardında, annemin sınırlarını dualarla çizdiği bir kale başlardı.
O yuvanın bir de sabah nöbeti vardı. Her birimiz, babam dahil, o evin eşiğinden dışarı adım atmadan önce onun son kontrolünden geçerdik. Bir komutan titizliğiyle üzerimizdeki renk uyumuna bakar, yakamızda kalmış bir kırışıklığı eliyle düzeltir, o gün bizi dünyaya omuzları dik ve saygın bir duruşla yollardı. Sonradan fark edecektim ki, o her sabah bize sadece çeki düzen vermez, bizi hayatın hoyratlığına karşı itibar ve edep zırhıyla kuşatırmış.
Kalenin içinde hayat, inceliklerle örülmüş bir terbiye mektebi gibi işlerdi. Bizi iki farklı kokuyla uyandırırdı. Hafta içi, odamıza sızan taze bir çiçeğin zarif kokusuyla açardık gözlerimizi; bu, güne estetikle, ruhu okşayan bir nezaketle başlamanın dersiydi. Hafta sonu ise bütün evi saran, sevdiğimiz bir yemeğin o davetkâr, o anaç kokusuyla... Bu da sevginin emek ve fedakârlıkla yoğrulmuş bir ilanıydı.
Fakat annem, ruhumuzu sadece güzel kokularla değil, kelimelerin kadim ışığıyla da beslerdi. Yıllar sonra anladım ki, en ciddi protokol masalarında bile beni ayakta tutan şey, annemin o kitap saatlerinde, tasavuf ahlâkının menkıbeleriyle ve kendi zarif fesahatiyle ruhuma işlediği o sükûnetin gölgesiydi. Onun bize öğrettiği o edep, o kelimeye hürmet, mevkilerin öğretemeyeceği kadar derindi.
İşte o kitapların satır aralarından sızardı ruhumuza millet ve ümmet sevgisi. O, vatan sevgisini sloganlarla değil, Malazgirt’ten Çanakkale’ye uzanan o soylu ruh kökünü damarlarımıza işleyerek öğretirdi. Vatan, onun lügatinde sadece bir toprak parçası değil; şehitlerin kanıyla, alimlerin irfanıyla ve en çok da annelerin dualarıyla yoğrulmuş kutsal bir emanetti.
Sofrada konuşmadan anlaşırdık onunla. Bir şeyi isteyip istemediğimizi, mutlu mu yoksa kırgın mı olduğunu sadece yüzündeki bir ifadeden, minicik bir tebessümle verdiği onaydan bilirdik. Kelimelere ihtiyaç duymayan o lisan, onun kalbinin ne kadar hassas bir terazi olduğunun ispatıydı. O, mütevazılığın yaşayan bir örneğiydi. Makamı ve konumu ne olursa olsun, herkese alçakgönüllülükle yaklaşır, kibrin zerresine ruhunda yer vermezdi. İnsanlara güven aşılayan o huzur dolu tevazusu, en kıymetli vasfıydı.
Annem bilirdi ki masallar ve oyunlar çağı asla bitmez. Bize anlattığı her menkıbe, ruhumuza fısıldanan bir “sana bir şey öğretiyorum” vaadiydi; aklımızı ve kalbimizi geleceğe hazırlayan bir irfan dersi. Düzelttiği o yaka, pişirdiği o yemek ise sevgiyle yoğrulmuş bir “senin için buradayım” eylemiydi; bedenimizi ve becerimizi hayata hazırlayan bir emek dersi.
Bugün, rahmetli babamın bizim yanımızda ona neden “Fadile Hanım” diye seslendiğini iliklerime kadar anlıyorum. O, sadece bir eş veya bir anne değildi; o, o evin irfan reisiydi, mektebin muallimesiydi, ocağın bereketiydi. Babamın o hürmet dolu hitabı, annemin o muazzam mesaisine, o sessizce ve liyakatle taşıdığı yüce makama bir selam duruşuydu. Bir “Hanımefendi”nin o hassas titizliğiyle ilmek ilmek dokuduğu bir hayatın içinde büyümüştük.
Annem şimdi o pencerede değil. Vefatının üzerinden iki koca yıl geçti ama biliyorum ki, anneler özellikle Fadile hanım gibi anneler toprağın altına sığmazlar. Onlar; hatıralarıyla, öğrettikleri değerlerle ve evlatlarının kalbine ektikleri o dava şuuruyla yaşamaya devam ederler. Onlar, evlatlarının zihnine bir kütüphane, kalbine bir vatan ve en önemlisi, Hakk’a sadakat, adalet ve cesaretle yürüdükleri o tavizsiz hakikat yoluna, yani yaşayan birer anıta dönüşürler.
Onu rahmet, minnet ve özlemle anıyor; Rabbim’den mekânını cennet, makamını âli eylemesini niyaz ediyorum.
O, artık sadece annem değil; ardında bıraktığı erdem vatanının başkentidir.