Elimizde bir tersine dönmüş piramit var. Tabanı olması gereken yerde, yani üretimin, zanaatın ve ustalığın somut dünyasında incecik bir tepe noktası duruyor; bütün ağırlık ise tepede olması gereken yerde, yani akademik bilginin soyut evreninde birikmiş, her an devrilecekmiş gibi tehlikeli bir dengeyle sallanıyor. Türkiye’nin eğitim manzarası, ne yazık ki bu acı verici tabloya benziyor. Zira bugün, her dört üniversite mezunundan biri geleceğe dair bir umut kırıntısı ararken, sanayideki her on işletmeden en az yedisi feryat içinde “nitelikli bir usta” bulamamaktan şikâyet ediyor. Bir yanda, ellerindeki paha biçilmez diplomalarla bir iş umudu arayan on binlerce gençten oluşan bir “diplomalı işsizler ordusu” büyürken, diğer yanda sanayinin, atölyenin, toprağın hasretle beklediği bir “usta” bulmak neredeyse imkânsızlaşıyor. Bu, bir tesadüf değil, yıllar önce toplumsal hafızamıza ekilen ve bugün zehirli meyvelerini topladığımız derin bir yanılgının sonucudur.

Bu topraklarda bir zamanlar piramit, ayakları üzerinde duruyordu. Eğitim çağındaki gençlerin yaklaşık yüzde yetmişi mesleki eğitime yönelirken, yalnızca yüzde otuzu akademik yolda ilerlerdi. Ne oldu da bu sağlam yapı baş aşağı edildi? Cevap, yakın tarihimizin en sarsıcı dönemeçlerinden birinde, 28 Şubat sürecinin toplumsal mühendislik laboratuvarlarında gizli. O dönemde yalnızca İmam Hatip liselerinin değil, onlarla aynı kaderi paylaşan meslek liselerinin de üzerine indirilen katsayı zulmü, aslında sadece bir okul türünü değil, bir varoluş biçimini, yani emeği, alın terini ve ustalığı hedef almıştı. Ve en tehlikelisi, emeğin kutsallığını toplumun gözünde değersizleştirdi. Meslek liseleri, sistemin üvey evladı haline getirildi; zanaatkârlık, sanki daha az değerli, daha az zeki olanların tercih edeceği bir yolmuş gibi tehlikeli bir algı zihinlere kazındı. Bugün, bütün mesleki okulları "Mesleki ve Teknik Lise" gibi tek ve ruhsuz bir çatı altında toplama alışkanlığı da bu mirasın bir devamı gibidir; her birinin kendine has ruhu, geleneği ve ihtisası olan okulları, tek tip bir elbise giymeye zorlayarak onların kimliğini zayıflatıyoruz.

Mesleki eğitimi güçlendirmek, onu iki ana kanat üzerinde yükseltmekle mümkün: Bir yanda, Oltu'daki gibi 'usta-çırak' geleneğini yaşatan, devletin çıraklara maaş ödediği, doğrudan üretimin içinde olan Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM'ler). Diğer yanda ise, her biri kendi uzmanlık alanında derinleşmiş, 'Kuyumculuk Lisesi', 'Yapay Zeka Lisesi', 'Tarım Lisesi' gibi isimlerle anılan ve 34 ana dalda branşlaşan Mesleki ve Teknik Anadolu Liseleri. Bu iki kanat, mesleki eğitimi teori ve pratiğin buluştuğu bir ekosisteme dönüştürecektir.

İkinci kanadın, yani branşlaşmış liselerin ne denli parlak sonuçlar verebileceğinin en taze örneği ise, Küçükçekmece Kuyumculuk Teknolojisi Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’dir. Okul Müdürü Adalet Karakaş’ın bizzat standın başında durarak değerli fikirlerini ziyaretçilerle paylaştığı, öğrencilerinin el emeği göz nuru eserlerini, sektörün kalbinin attığı ve dünyanın en büyük beş mücevher fuarından biri olan IJS - Istanbul Jewelry Show’da sergileme cesaretini ve vizyonunu göstermesidir. İşte o an, mesleğine tutkuyla bağlanan bir çırağın gözlerindeki o ilk kıvılcımı, o paha biçilmez anı görebilirsiniz. Onlar gibi daha nice meslek lisesi ve üniversitenin, tasarım ve teknoloji alanında Ar-Ge iş birlikleri için bu önemli platformda hazır bulunması, eğitim dünyası ile sektörün buluşmasının ne kadar değerli olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Unutmayalım ki, bugün bir lise öğrencisinin çizim defterinde karaladığı o masum tasarım, yarın bir dünya markasının vitrinini süsleyebilir.

Fuarı kaçıranlar veya bu ilhamı daha derine taşımak isteyenler için ise yol bitmiyor. Bu okulların web sitelerini incelemenin yanı sıra, gençlerin özellikle tatil dönemlerinde, BİKSAD (Bilim Kültür ve Sanat Derneği) gibi köklü kurumlarda hem sanatsal hem de mesleki gelişimlerine yatırım yapmaları mutlak önem arz eder. Bir kuyumcu adayının, Hüsn-i Hat sanatıyla eline sabrı, Tezhib ile gözüne estetiği, bir Ney taksimiyle de ruhuna ahengi öğretmesi; modern atölye bilgisini, ahilik geleneğinin irfanıyla ve sanattaki silsile ahlakıyla birleştirmesi, onu sadece bir teknisyen değil, gerçek bir sanatkâr yapar. Bu tür eğitimler, okul sıralarında öğrenilen tekniğe ruh katan asıl mayadır.

Bu modelin ne kadar işlevsel olabileceğinin canlı bir kanıtı, Erzurum Oltu’da, adeta bir vaha gibi duran Oltu Mesleki Eğitim Merkezi’dir. Müdür Önser Yeğin ile yaptığımız görüşmede dinlediklerim, bu karamsar tablonun içinde nasıl bir umudun yeşertilebileceğini gösteriyor. Burası, bir avuç topraktan alınan ham taşı, bir sarraf titizliğiyle işleyerek değerini yüz katına çıkaran bir simya atölyesi gibi çalışıyor. Kuyumculuk, maden teknolojileri, yarı değerli taş işlemeciliği gibi alanlarda gençlere sadece bir meslek değil, bir sanat öğretiliyor. Öğrenciler, Erasmus projeleriyle Viyana’dan Londra’ya, Hollanda’dan Tayland’a uzanan bir ufka yelken açarak hem dünyayı tanıyor hem de sanatlarını uluslararası bir düzeye taşıyor. Üstelik bu yol, sadece manevi bir tatmin sunmuyor. Başta devletimiz olmak üzere, Türk Eğitim Vakfı (TEV), Vehbi Koç Vakfı ve TÜRGEV'in Pusula Bursları gibi saygıdeğer sivil toplum kuruluşlarının da kıymetli burs ve projeleriyle desteklenen bu gençler, bir çırak olarak net asgari ücretin yüzde otuzunu, bir kalfa olarak ise yüzde ellisini maaş olarak alarak sadece ailesine yük olmaktan kurtulmuyor, aynı zamanda ülke ekonomisine daha o yaşta somut katma değer üretiyor.

Ve bu yolculuk atölyede bitmek zorunda değil. Marmara Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Fakültesi'nde Doç. Dr. Çimen Bayburtlu öncülüğünde devam eden Kuyumculuk ve Mücevher Tasarımı Yüksek Lisans programı, ustalığın akademik bilgelikle birleştiğinde nereye varabileceğinin ispatıdır. Nihayet, sistemi esneterek 'deha' seviyesindeki üstün yetenekli öğrencilerin de önünü (BİLSEM'ler aracılığıyla) açmalıyız; çünkü bu gençler yalnızca kendi yollarını değil, ülkenin gelecekteki bilim ve sanat ufkunu da aydınlatacaklardır.

Her şey bu kadar olumlu bir yönde ilerlerken, bütün bu iyi niyetli çabaların ve parlak örneklerin önünde, aşılması gereken son ve en yüksek bir duvar duruyor: Üniversiteye geçişteki o iki yıllık ön lisans sınırı. Bu, en mahir ustaların bile önünü kesen, onları akademik olarak 'ikinci sınıf' olmaya mahkûm eden gizli bir katsayı değil de nedir? Ve bu, gençleri daha başlamadan yarı yolda bırakan en büyük bariyerdir. Oysa bu sınır kalkarsa, sadece gençlerin önü açılmaz; Türkiye, teorik bilgisi kadar pratik zekası da güçlü, 'yaparak öğrenmiş' mühendisler, tasarımcılar ve inovasyon liderleri kazanır.

Şimdi sorulması gereken soru şudur: Piramidi kim yeniden düzeltecek? Mesleki eğitime olan talebi ateşleyecek asıl kritik hamle, bu anlamsız sınırı kaldırmaktır. Türkiye'nin geleceği, piramidi yeniden ayakları üzerine oturtma cesaretini gösterdiğimiz gün aydınlanacaktır. O gün, sadece işsizlik oranları değil; özgüven, üretim ve refah da bu topraklarda yeniden yükselecektir.

Unutmayalım ki, bir ülkenin gerçek zenginliği, merkez bankalarının kasalarında değil, insanının alın terinde, zihninin berraklığında ve ellerinin hünerindedir. Zanaatın yetim, ustanın nadir, diplomanın ise her yerde olduğu bu çarpık dengeyi düzeltmek, yalnızca bir eğitim politikası değişikliği değil, aynı zamanda bu topraklara özgü çalışkanlık ve yaratıcılık ruhunu yeniden canlandıracak bir kültür hamlesidir. Bu, piramidi tersine çevirme değil, onu insanca, üretimle ve hak ettiği sağlam temeller üzerine yeniden inşa etme mücadilesidir. Ve o gün geldiğinde, bu topraklarda emeğin alın teriyle, bilginin berrak aklı aynı piramidin taşlarında yeniden buluşacaktır.