Bir soru düşünelim, yıllar geçse de peşinizi bırakmayan, her dönemeçte karşınıza dikilen…
Kimine göre bir merak, kimine göre bir yargı. Bense ona “Hayırdır” dedim. Çünkü biliyordum: Bu topraklarda farklı olan, sorgulanır. Tıpkı çınarlar gibi… Kök saldıkça şaşırır, dallarını gökyüzüne uzattıkça “dikbaşlı” diye yaftalanır. Oysa gerçek, toprağın altında saklıdır: Büyümek, direnmektir.
13 yaşındaydım. Bazen dışarıdan sessiz görünüyordum belki, ama içimde biriken çığlıklar vardı. Tahtaya kalkan arkadaşımın kekemeliğiyle dalga geçenlere “Yeter!” diye haykırdığımda herkes sustu. Öğretmen masasından fırlayıp yanıma geldi: “Hayırdır? Neden bağırıyorsun?” Gözlerindeki tedirginlik, içimdeki haklı isyanı anlamıyordu. O an fark ettim: Sistemi rahatsız eden ses, suçlu ilan edilirmiş.
15 yaşındaydım. Okul gezisinde kaybolan cüzdanı bulup sahibine teslim etmiştim. “Hayırdır? Paranın kokusu mu geldi?” diye sırıtanlar oldu. Dürüstlüğün bile kuşkuyla karşılandığı bir dünyada, doğruyu savunmak yalnızlaştırıyordu insanı. Ama o cüzdanı verirken aldığım teşekkür, vicdanın huzurunu öğretti.
21 yaşında bir köy okulunda gönüllü çalışmalara başladığımda, “Hayırdır? Şehirde işin mi kalmadı?” diyenler oldu. Oysa ben, toprak yollarda yürürken minik ellerin kitaplara uzandığını görmenin heyecanını yaşıyordum. Bir çocuk “Öğretmenim, bu kelimeyi defterime yazdım!” dediğinde, kalemin kâğıda değdiği an, bana dünyayı değiştirebileceğim hissini verdi. O köyde çay demlerken öğrendim: İnsan, ancak paylaştığı kadar büyür.
23 yaşında ilk şiirimi yazdığımda, “Hayırdır? Kâğıda mı döktün içini?” diyenler oldu. Oysa kelimeleri yamalı bohçaya benzettim hep. Her mısra, bir acının veya sevincin dikiş iziydi. Bir okurum “Bu şiir, tıpkı beni anlatıyor!” dediğinde, edebiyatın sihrini anladım: Yalnız olmadığımızı hatırlatıyordu.
30’larımda “Hayırdır?” sorusu, artık içimdeki çocuğun sesine dönüştü: “Neden hâlâ ‘normal’ kalıplara sığmıyorsun?” diye sorduğunda, “Çünkü bu topraklarda kök salan çınarlar rüzgâra eğilmez!” dedim.
Şimdi, 19 gün sonra 40 yaşına basacağım. Zamanın nehrinde sürüklenirken, bir çınar gibi kök saldığımı hissediyorum. “Hayırdır? Yaşın geçiyor, hâlâ kırık dökük hayallerle mi uğraşıyorsun?” diyenlere gülümsüyorum. Çünkü biliyorum: Her yaş, toprağa düşen bir tohum gibi… Kimi geç filizlenir, kimi hemen çiçek açar. Benimkisi, dallarını gökyüzüne uzatan bir direniş.
Bu toprakların **“Hayırdır?”**ına cevabım:
-Hayırdır, çünkü suskunluğu zafer sananlara inat sözümü saklamadım.
-Hayırdır, çünkü itaat değil, insanlığımı seçtim.
-Hayırdır, çünkü ben olmak bir direnişti.
-Hayırdır, çünkü vicdanın sesini paraya değişmedim.
-Hayırdır, çünkü toprak yollarda yürürken kitapların ışığını aramaktan yılmadım.
-Hayırdır, çünkü yamalı heybemi şiirle dikip, yalnızlığımı cümlelere emanet ettim.
-Hayırdır, çünkü rüzgâra eğilen değil, kök salan çınarlardanım.
-Hayırdır, çünkü her tohumun çatlarken haykırdığını biliyorum.
-Hayırdır, çünkü kırık dökük hayallerimle bile gökyüzüne uzanabiliyorum.
“Hayırdır?” diye soranlar bilmez ki Anadolu’da farklılık, toprağa düşen tohumun sessiz çığlığıdır. Yıllarca ayaklar altında ezilir, güneşe hasret kalır, yağmura muhtaç bekler… Ta ki bir sabah, çatlayıp filizlenene dek. O filiz ki, kök saldığı toprağın hikâyesini taşır gövdesinde. Tıpkı çınarlar gibi… Bir yanıyla geçmişin yorgunluğunu, diğer yanıyla yarının umudunu. Gölgesi, sadece serinlik değil, sığınaktır yolu kaybolana. Dalları, sadece yaprak değil, haykırıştır gökyüzüne. Belki de “Hayırdır”ın cevabı, o çınarın kabuklarında gizlidir: Her çatlak, bir direnişin izi; her budak, bir cesaretin nişanesi.
Kendi hikâyesini yazanlar bilir… “Hayırdır”ı bir övgüye çevirenler, aslında toprağa düşen tohumun kaderini değiştirir. Çünkü Anadolu’da farklı olan, yalnızca çatlarken bile kök salandır. Ve belki de en büyük hayırdır, o köklerin gölgesinde yeni tohumlar yeşertmek…
Dikenleriyle gurur duyan bir çınar kadar “dikbaşlı” olanlara… “Hayırdır”ı övgüye dönüştürebilenlere…