Bir çocuk, annesinden bir oyuncak isterken gözlerindeki ışıltıyla titrer. O ışıltı, saf bir niyetin tercümanıdır. İnsanın Yaradan’a yönelişi de böyle bir samimiyetle başlar. İstemek, sadece dudakların kıpırdaması değil, ruhun derinliklerinde kök salan bir çınlayıştır. İbn Arabi, bir gemideyken denize düşen adamın hikâyesini anlatır: Dalgaların kucağına düştüğü anda, “Bu, sınırsız şeref sahibi ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir” diye fısıldar. O an, bir ruhani varlık bedenlenir ve onu kurtarır. Bu, içtenliğin evrene nasıl bir titreşim yaydığının kanıtıdır.

Günümüzde insan, dualarını hızlı tüketim mantığıyla ele alıyor. “Hemen olsun!” diye tutturuyor. Bir genç, sosyal medyada “beğeni” beklerken; bir anne ise hasta çocuğu için gözyaşlarıyla dua ediyor. İkisi de “istemek” peşinde, ama biri egonun, diğeri ruhun dilini konuşuyor. Mevlana’nın dediği gibi, “Aşk öyle bir saltanattır ki, zevali yoktur.” Gerçek talep, geçici arzuların ötesinde, kalbin derinliklerinden yükselir. Tıpkı bir tohumun toprağa düşüp sabırla filizlenmesi gibi… Bugün insan, toprağı çapalamadan meyve bekliyor. Oysa Kur’an’da geçen Ya Vehhab ismi, karşılıksız veren anlamına gelir. Bu lütuf, ancak içten bir teslimiyetle talep edildiğinde tecelli eder.

Dijital çağ, insanı anlık tatminlere mahkûm etti. Bir tuşla yemek sipariş ederken, sabrın inceliğini unuttuk. Oysa istemenin sırrı, “hız”da değil, “derinlik”te gizli. Bir öğrenci, sınav duasında “Ya Vehhab” diye yalvarırken, aslında “İlmi almaya hazır mıyım?” diye sormalıdır. Çünkü Allah’ın lütfu, hazır olan kalplere yağar. Tıpkı bir çiçeğin suya susaması gibi… Susuzluk, suyun varlığını bilmekle değil, onu içmeye cesaret etmekle anlam kazanır. Bugün hasta, şifa için dua ederken tedavi olma iradesini göstermeli; işsiz, iş talebinde bulunurken elinden geleni esirgememeli.

İstemek, kâinatın dilidir. Bir anne, bebeğini kucağına almak için dokuz ay bekler. Doğum sancıları, sabrın ve umudun ta kendisidir. Modern insan ise, “beklemek”ten korkuyor. Dualarının kabul olmadığını zannediyor. Oysa Mevlana’nın dediği gibi, “Kabul olmayan dua yoktur; ya vakti gelmemiştir ya da sen hazır değilsindir.” Bir baba, çocuğuna bisiklet alırken onun dengede durmayı öğrenmesini bekler. Yaradan da bize lütfunu, ancak “dengeyi” kavradığımızda sunar.

Dünya, sonsuzluk için bir prova sahnesi. İstemek, bu sahnede rolümüzü nasıl oynadığımızla ilgili. Bir girişimci, projesi için finansal destek isterken, “ilahi adalete” dayanmayı unutuyor. Oysa gerçek başarı, çabayla duanın harmanlandığı yerde doğar. Tıpkı denize düşen adamın teslimiyetle kurtulması gibi… İstemek, almak değil, “almaya layık olma” yolculuğudur.

Bugün, kalbin sesini dinleme vakti. Sokaklarda koşturan insanlar, kulaklıklarıyla dünyayı susturuyor. Oysa ruhun fısıltısı, sessizlikte duyulur. Bir çift, evliliklerini kurtarmak için terapistlere koşuyor. Belki de çözüm, bir akşam vakti el ele tutuşup, “Ya Vehhab, bize sabrı ve sevgiyi nasip et” diye içtenlikle yalvarmakta… Zira içten dualar, ruhani bir enerjiyle evrene yayılır ve meleklerin kanatlarında taşınır.

İstemenin hakikati, kibrin değil, aczin itirafıdır. Modern çağın stresi, insanı yalnızlaştırıyor. Oysa dua, yalnızlığın panzehridir. Bir genç, depresyondayken “Neden ben?” diye sorar. Belki de cevap, “Seni kendine getirecek bir çağrıdır bu” şeklinde saklıdır. Tıpkı toprağın altında karanlığa direnen tohumun, nihayet güneşe ulaşması gibi…

İstemek, Yaradan’la kurulan bir diyalog. Her nefes, bir talep. Her kalp atışı, bir niyaz. Bugün, dilimizle değil gönlümüzle isteyelim. Çünkü gerçek lütuf, sözlerde değil, sükûttadır. Ya Vehhab olan Allah’ın, karşılıksız vereceğine inanarak…