Bazen hakikat, en gürültülü meydanlarda atılan sloganlarda değil, sessiz bir odada, üzerinde adalet yazan bir kitabın ve rengini devletin ciddiyetinden alan kırmızı bir dosyanın gölgesinde fısıldanır. Geçtiğimiz günlerde eski CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’nun o masaya koyduğu ve "Partimiz yolsuzluklarla anılamaz" diyerek işaret ettiği dosya, sadece siyasi bir dekor değil, yaklaşmakta olan hukuki bir sürecin habercisiydi. O gün o odada yankılanan "Hesap sorabilmek için hesap vermekten kaçınmamak gerekir" uyarısı, bugün Silivri’deki İstanbul 40. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kabul ettiği iddianameyle birlikte, siyasi bir polemik olmaktan çıkıp devletin kayıtlarına girmiş somut bir adli vaka hüviyetine bürünmüştür.

Hafızamızı bir an için geriye saralım; Yenikapı Meydanı'na dizilen yüzlerce aracı ve o gün verilen "israf düzenine son" vaadini hatırlayalım. Millet o gün o manzaraya bakıp kamu kaynaklarının daha titiz kullanılacağına inanmış, o krediyi şeffaf bir yönetim umuduyla vermişti. Ancak bugün karşımızdaki tabloya hamasetle değil, matematiğin ve hukukun soğukkanlı diliyle baktığımızda, o günkü vitrin ile bugünkü iddialar arasında derin bir uçurum görüyoruz. Mahkeme tarafından kabul edilen ve 105’i tutuklu olmak üzere toplam 402 kişinin yargılandığı 3.900 sayfalık iddianamede, kamunun tam 160 milyar Türk Lirası zarara uğratıldığı öne sürülmektedir. Yenikapı’da "israf" diye sergilenen araçların maliyeti ile bugün savcılık makamının tespitlerine yansıyan bu devasa rakam yan yana koyulduğunda, yaşanan akıl tutulmasının sebebi daha net anlaşılmaktadır.

Vatandaşın zihninde canlandırması gereken asıl sahne, artık sadece araç filoları değil; İstanbul sokaklarında dolaştığı ve 9,2 milyon dolar gibi meblağların taşındığı iddia edilen o sırt çantalarıdır. Hukukun merceği altına alınan iddialara göre; içinde projelerin değil, kaynağı belirsiz paraların taşındığı o çantalar ve para kuryeliği yaptığı öne sürülen isimler, bir şehrin yönetim anlayışının "hizmetten" "ticarete" kaydığı yönündeki şüpheleri kuvvetlendirmiştir. Sayın Kılıçdaroğlu’nun "rüşvetçilerle bir araya gelemez" şeklindeki uyarısı ve soruşturma kapsamında konuşmaya başlayan itirafçıların beyanları, meseleyi şahsi bir hata olmaktan çıkarıp, organize bir yapı şüphesiyle yargının terazisine taşımıştır. Elbette son sözü bağımsız yargı söyleyecektir; lakin ortadaki tablo, siyasi etik açısından ciddi bir muhasebeyi zorunlu kılmaktadır.

Bu değer erozyonu maalesef sadece siyasetin dehlizlerinde değil, toplumsal hafızamızın en hassas noktalarında da karşımıza çıkmaktadır. Kulağımıza gelen son havadis, sadece siyaset takipçilerini değil, spora gönül verenleri de derin bir tefekküre sevk edecek cinstendir. Fenerbahçe gibi asırlık bir çınarın, müzesinde olması gereken o ilk terin ve ilk zaferin nişanesi olan kupasının dahi bir müzayedede satışa çıkarıldığı konuşuluyor. İnsan sormadan edemiyor: Koskoca bir camianın ihtiyacı, telaffuz edilen o cüzi rakamlar, mesela bir 2.000 küsur dolar mıdır? Elbette hayır. Koç ailesinin müzecilik ve koleksiyon konusundaki ihtimamı, sadece Türkiye'de değil dünyada dillere destandır. Hal böyleyken, o kupanın medyaya bir "mezat malı" gibi düşmesi ve tarihin pazara dökülmesi, en hafif tabiriyle büyük bir özensizliktir. Temennim o ki; Fenerbahçe camiası, bu tür manevi savrulmalar ve liyakat kayıpları yüzünden Sayın Ali Koç’u mumla aramaz. Ve yine temennim o ki; Türk futbolu da üzerine çöken şaibeli sanal kumar illetinden, yurt dışı kaynaklı illegal bahis sitelerinin gölgesinden derhal ve tüm hücrelerine kadar arınır. Paha biçilemez hatıraları bir meta gibi müzayedeye çıkaranlar ile geleceğini rüşvet çarklarına ipotek ettiği öne sürülenler arasındaki o ince çizgi, aslında aynı yozlaşmanın farklı tezahürleridir.

Bu hukuki ve ahlaki süreçte, devletin ufku ile kısır siyasetin vizyonu arasındaki makas giderek açılmaktadır. Bir yanda Devletin Başı Sayın Cumhurbaşkanı, 35 ülke liderinin katıldığı küresel bir zirvede, Ukrayna-Rusya savaşını bitirecek "adil ve kalıcı barış" için İstanbul'u adres gösterip, enerji ve liman altyapılarını kapsayan hayati bir ateşkes için diplomatik irade koyarken; diğer yanda siyasetin sığ sularında boğulanlar vardır. Devlet aklı, hem küresel barış için inisiyatif alıp hem de içeride Terörsüz Türkiye hedefi için İmralı’ya heyet göndererek tarihi bir makas değişikliği yaparken; ana muhalefetin meclis koridorlarında karton hücre maketleriyle tiyatral gösteriler yapması, devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan hazin bir tezatı gözler önüne sermektedir.

Nihayetinde güneş balçıkla sıvanmadığı gibi, hakikat de algı operasyonlarıyla örtülemez. O kırmızı dosya aralanmış, mizan kurulmuştur. Şunu hepimiz zihnimize mıh gibi kazımalıyız: "Devletin malı deniz, yemeyen keriz" ahlaksızlığını aklının ucundan dahi geçiren kim varsa, artık devletin heybeti karşısında sadece önünü iliklemesi yetmeyecek; o kirli hesapların bedeli, rüşvet çarklarında birbirlerini valse kaldıranlar veya tiyatrocu rolüne bürünmüşler tarafından, bağımsız Türk yargısının huzurunda daha öncelerde de ödenmiştir, bundan sonra da daha ağır şekilde ödenmeye devam edecektir.