Bazen bir manşeti anlamak için, o manşetin içinde yaşayan ruhu hayal etmek gerekir. Soğuk bir istihbarat haberini, sıcak bir insan hikayesine dönüştüren şey, o habere maruz kalan birinin zihnindeki fırtınadır. Gelin, bir anlığına Moskova’da, gecenin bir yarısı, ekranının karşısında o tarihi kararı vermek üzere olan isimsiz bir insanın zihnine misafir olalım...
Gecenin bir yarısı imleciyle karşı karşıya kalan insan: bir tıklama tarih yazar, bir başka tıklama hayatları karartır.
Gecenin bu saatinde Moskova, penceremin önünde milyonlarca ışıkla nefes alıp veren devasa huzurlu organizma gibi uyuyor. Ama bu dairede, tek ışık kaynağı monitörümün mavi filtresinden sızan o yapay sıcaklık. Parıltının tam ortasında imlecim yanıp sönüyor; geceyle yarışan tek kalp atışı. Bir kapının eşiğindeyim. Adı Sessiz Kurye. Birkaç gün önce, eski casusluk masallarının gölgesinde yaşayan bir şehirden sızan fısıltıydı bu: Batı’dan açılan kriptolu şifrelerle bezenmiş o kapı. Rejimlerinin yalanlarından bunalmış, “paylaşacak gerçekleri olan” insanlara uzatılmış gizli bir el. Ve ben, o eli tutup tutmamayı düşünen isimsiz bir bürokratım.
Buraya bir gecede gelmedim; yıllar biriktirdi beni. İçimde biriken küçük zehirler, her gün imzalamak zorunda kaldığım anlamsız raporlar, gerçeği büken istatistikler ve vicdanımı her gün biraz daha aşındıran o küçük tavizler… Ekrana yansıyan yüzüme bakıyorum: yorgun, sıradan, bir kahraman değil. Ama bildiğim bir şey var: İnsanı en çok, taşıyamadığı hakikatin ağırlığı çürütür. Omuzlarımdaki yük, artık ruhumu eziyor.
Karanlık ağa inmek, soğanın acı kabuklarını soyarak tatlı özüne ulaşmaya benziyordu; her tıklamada kimliğinin bir parçasını geride bırakıyordun. Burası, yüzeydeki internetin sahte vitrinlerine hiç benzemiyor. İnsanlığın bodrum katı: yasaklanmış kitapların fısıldadığı, susturulmuş gazetecilerin haykırdığı güvenli sanılan sığınak olduğu kadar; sahte kimliklerin, siber silahların ve karanlık pazarlıkların cirit attığı karanlık bataklık. İyiyle kötünün, umutla ahlaksızlığın aynı şifreli havayı soluduğu, ahlaki yerçekiminin kaybolduğu bir evren. Ve şimdi, bir devlet bu bataklığın ortasına bir can simidi attı.
Zihnimde iki ses kavga ediyor. Birincisi atalarımın, sadakatin, toprağın sesi. Kulağıma “Hainsin!” diye bağırıyor. “Kendi vatanının sırlarını, asırlık düşmanlara mı satacaksın?” Bu ses ağır bir suçlama; haklılık payı var. Ama sonra vicdanımın o daha sakin ve derin sesi konuşuyor.
Asıl hain kim: Gerçeği halkından çalanlar mı, yoksa o gerçeği gün yüzüne çıkaran mı?
Bu artık yalnızca bir istihbarat meselesi değil. Yirmi birinci yüzyılın ahlaki ikilemi bu: savaşlar cephelerde değil, ekranların karşısında, tek bir insanın ruhunda kazanılıyor veya kaybediliyor. Yapacağım tek bir tıklama sadece benim hayatımı değil, belki de tarihin akışını değiştirebilir. Aklıma, yerel bir gazetede gördüğüm o küçük kızın fotoğrafı geliyor. Gözleri umutla dolu, elinde babasının aldığı o "yeni mucize" ilaç. O kutunun üzerindeki onay damgasında benim de imzam vardı. Korku, buz gibi bir el gibi kalbimi sıkıyor.
En acımasız gözetim sistemlerinin bile sızamadığı o son kale budur: insanın içindeki o öngörülemez, hesaba gelmez ahlaki çekirdek. İşte ben o faktörüm. Ne bir ajan ne de bir vatan haini; sadece gerçeğin tarafını tutmaya çalışan bir insanım. Bu eylem, bir devlete karşı başka bir devleti seçmek değil; yalanın saltanatına karşı hakikatin yanında durma eylemidir.
İmleç hâlâ yanıp sönüyor. Bir seçim, bir an, bir kader. Belki de bu karanlık dehlizler, çağımızın itiraf hücreleridir. Ve Sessiz Kurye, modern insanın vicdanını temize çekmek için bulduğu en tehlikeli yoldur.
Elim fareye giderken biliyorum: Bu tıklama bir belgede, bir evde, bir çocuğun geleceğinde iz bırakacak. Vicdanımın hesabı bu; tarih bunu not edecek.
Moskova’daki bu hayali bürokratın o tuşa basıp basmadığını asla bilemeyiz. Belki de o Sessiz Kurye paketinin içinde ne olduğu sorusunun asıl cevabı, her birimizin kendi vicdanında saklıdır. Ve bildiğimiz bir şey var ki, çağımızın asıl cephesi, tam da orada kuruluyor.