Son yıllarda Türkiye’de ve genel olarak Doğu toplumlarında kadınlara yönelik şiddet meseleleri tartışılırken Batı dünyasından yükselen bir söylem dikkat çekiyor: “Bizde kadın şiddetinin oranı yüksek çünkü bizde her şey bildiriliyor, şeffaflık var. Sizde ise olaylar gizleniyor, bastırılıyor, o yüzden az vaka çıkıyor.” Yani Batı, kendi toplumunda kadına yönelik şiddet vakalarının çokluğunu adeta bir ilerlemişlik ve medeni olma ölçütü gibi sunarken aynı istatistikleri Doğu için bir utanç belgesine dönüştürmekte hiç tereddüt etmiyor.
Oysa burada kelimenin tam anlamıyla bir üstünlük propagandası devreye giriyor. Batı dünyası kadınlara yönelik vahşeti, “bildirim oranı yüksekliği” gibi teknik bir gerekçeyle rasyonelleştiriyor. “Evet, bizde çok oluyor; ama bakın ne kadar açık ve dürüstüz!” retoriği kendi sistemlerinin açmazını bir erdem olarak servis etme maharetinden başka bir şey değil. Hem “bizde çok vaka var” demekten çekinmiyorlar, hem de bu yüksekliği “gelişmişlik” olarak etiketliyorlar. Yani kendi sorunlarını bile medeniyet hanesine yazabiliyorlar.
Bunun karşısında ise Doğu toplumlarına yönelik sürekli bir gölgeleme ve aşağılayıcı tasnif var. Batı’dan bakıldığında Doğu toplumları ya “gizleyen, bastıran, arkaik” ya da “olayları görmezden gelen” toplumlar olarak resmediliyor. Kadına yönelik şiddet burada bir insanlık dramı olmaktan çıkarılıp, jeopolitik bir baskı aracına, kültürel bir üstünlük gerekçesine dönüşüyor. Batı fonlarıyla ayakta duran, kendini Batı değerlerine eklemlenerek var eden bazı kadın derneklerinin propaganda metinleri de tam bu noktada devreye giriyor: Doğu toplumunun verisi daima “geri kalmışlık” olarak okunurken Batı’nın sayıları “gelişmişliğin ispatı” sayılıyor.
Daha da önemlisi, rakamlara yapılan yorumlar artık nesnel olmaktan çıkıp, niyet okumanın ve Batı-merkezli bir dünyanın “veri siyasetine” dönüşüyor. “Bizde 100 bin vaka var, bu şeffaflığımızın ve medeni olmamızın kanıtı; sizde bin vaka var, bu da baskıcılığınızın göstergesi.” Böyle bir çıkarım hem mantıksız hem de ahlaken sorunlu. Kaldı ki Batı’nın büyük şehirlerinde işlenen sokak suçları, evsizler, uyuşturucuya bağlı suçlar ya da çeteler üzerinden gelişen kadına şiddet olayları çoğunlukla devletin güvenlik refleksleri sayesinde kayıtlara geçiyor. Yani o ülkelerdeki “fazlalık”, kadına verilen değerden değil, sistemin kendini koruma ihtiyacından kaynaklanıyor.
Sonuç olarak, verilerin ardına saklanmış kültürel sömürgecilikle yüzleşmemiz gerekiyor. Batı, kendi karanlığını “şeffaflık” başlığı altında meşrulaştırmaya çalışırken bizim verilerimizi “geri kalmışlık” simgesi olarak kullanıyor. Oysa mesele nicelikte değil, niyette ve çözümde. Bugün Batı’nın kadın meselesi üzerinden İslam toplumlarına yön vermeye çalışmasının asıl nedeni de kadını “aracılık” pozisyonuna indirgemek, toplumsal ve kültürel dizaynı buradan yönetmektir.
Kadına şiddetle mücadele ne Batı’dan ithal reçetelerle ne de kendi sorunlarımızı inkârla çözülebilir. Bize düşen, hakikate dayalı, samimi ve kendi değerlerimizden beslenen bir çözüm üretmektir. Çünkü bir toplumun gerçek yüzü, ancak kendi aynasında görülebilir.