Edebiyatın o tozlu raflarında dolaşırken, eski bir hikaye karşılar bizi. Adamın biri, evinin penceresinden dışarıyı seyreder ve sürekli şikayet edermiş: "Bu sokak ne kadar kirli, şu karşı ev ne kadar kasvetli, gökyüzü neden hep gri?"

Bir gün, bilge bir misafiri gelmiş. Adam yine sokağın karalığından dem vururken, misafir cebinden beyaz bir mendil çıkarmış ve usulca pencerenin camını silmiş.

O an, sokağın kiri değil, adamın camındaki "kir" gitmiş. Meğer yıllardır dışarıda sandığı o kasvet, aslında bakışlarını hapsettiği camın üzerindeki tozdan ibaretmiş.

Zihin fakirliği, işte o camı silmeye üşenmektir.

Hayat, bazen sürrealist bir tablo gibi karmaşık, bazen de natüralist bir roman gibi acımasız olabilir. Maddi imkansızlıklar, geçim derdi, hayatın o ağır realizmi omuzlarımıza binebilir. Bunlar gerçektir, inkar edilemez.

Ancak insanın asıl trajedisi, cebindeki yokluk değil, zihnindeki o buğulu camın arkasına saklanıp "çare yok" demesidir.

Çaresizlik, yazılmamış bir romanın en kolay bahanesidir.

Refahı, huzuru ve bereketi uzak diyarlarda veya takvim yapraklarında aramayalım. "Ramazan gelsin de hatırlarız" ertelemesi, toplumsal vicdanın en büyük düşmanıdır. İyilik, mevsimlik bir meyve değildir; her iklimde yetişen bir çınardır.

Mahallemizdeki fırın, sadece un ve suyun buluştuğu ticari bir işletme midir? Hayır. Orası, "komşusu açken tok yatan bizden değildir" düsturunun sahneye konduğu yaşayan bir tiyatrodur. Askıdaki ekmek, o tiyatronun en soylu repliğidir.

Camideki imamdan, kilisedeki rahipten ya da sinagogdaki hahamdan beklediğimiz o "toparlayıcı" rolü, aslında sokağın köşe başındaki esnafa, apartmandaki teyzye, yani bize de düşer.

Lirik bir şiir gibi dokunmalıyız hayata.

"Kimsesiz çocuk" denince, sadece Dickens romanlarındaki yetimhaneleri getirmeyelim aklımıza.

Bugünün dünyasında, kalabalıklar içinde yapayalnız kalan, elindeki telefonun ekranına hapsolmuş, yanı başındaki annesine sesini duyuramayan çocuk da kimsesizdir. Evladının "işim var" deyip aylarca aramadığı, evinin salonunda hatıralarıyla baş başa kalmış o yaşlı baba da "kimsesiz" hükmündedir.

Görmek, sadece bakmak değil; fark etmektir.

Belki bütün dünyanın yükünü omuzlayamayız. Ama bir kişinin, tek bir yüreğin eşiğindeki tozu silebiliriz. O "imkanım yok" dediğimiz şey, bazen bir tebessüm, bazen bir hal hatır sormak, bazen de bir derdi dinlemektir.

Karanlığa küfretmek, pasif bir direniştir. Asıl kahramanlık, bir mum yakıp o karanlığın bağrına yürümektir. Bizim durduğumuz yer, şikayet edilen o buğulu camın arkası değil; camı silip hakikati görenlerin safıdır.

Unutmayın; kilit de, anahtar da, kapı da insanın kendi kalbindedir. Yeter ki o eşikten içeri girmeye cesaret edelim.

Sözü, yolumuzu aydınlatan o hakikatli beyit ile mühürleyelim:

"Sanma ki karanlıkta yolun sonu görünmez, Gönül gözü açıksa, ışık asla tükenmez."