0

Emperyalistlerin güdüm ve yönetiminde yaşadığımız dünya, maalesef çifte standartçılığın; gelir dağılımı adaletsizliğinin; bölgeler arası dengesizliklerin; açlık ve sefaletin; baskı ve zulümlerin; işgallerin, istilaların, soykırımların ve haksızlıkların hüküm sürdüğü bir gezegen haline gelmiştir. Bu perspektiften baktığımızda, dünyamız hiçbir dönemde bu kadar yoğun karanlık bir dönem yaşamamıştır. Adaletsizlik ve sömürünün yaşanması bakımından; Firavunların, Nemrutların dönemini aratacak bir karanlık içindedir.

Son bir asırda, zengin Kuzey ülkeleri ile fakir Güney ülkeleri arasındaki uçurum iyice derinleşmiştir. Çok kısa süre zarfında, dünyadaki bütün ekilebilir alanlar ve su kaynakları, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, sürekli egemenliklerini artıran zengin ülkelerin eline geçecek, açlık ve kıtlık, kitlesel boyutlara ulaşacaktır. 1990'lı yıllardan başlayarak yaşanan bu derin krizlerin, kaosların ve çıkmazların temelinde son 3 asırdır dünyaya değerleriyle, kurumlarıyla ve ilkeleriyle yön veren sistemin çöküşe geçmiş olması yatmaktadır.

Bu krizler ve kaoslar dünyasında, Türkiye, Batılılar için soğuk, yeryüzünün geri kalanı için sıcak geçen savaşın bitişinin ardından çok ciddi fırsatlar ile karşı karşıya bulunmaktadır. Jeopolitik, jeostratejik, jeokültürel bütün şartlar, Türkiye'ye soğuk savaş döneminde olduğundan çok daha fazla imkanlar sunmaktadır. Ülkemiz ve yöneticileri, bu imkanlarla karşı karşıya kaldıkça tarihsel misyonumuzu hatırlamak zorundadır. Arap Baharı dahil, bizim coğrafyamızda yaşanan olaylar bir kez daha apaçık biçimde göstermiştir ki, Türkiye bölgesinin amiral gemisidir ve dünyadaki küresel medeniyet krizine karşı, yeni bir medeniyetin değerlerini filizlendirebilecek, tarihsel bir tecrübeye ve medeniyet birikimine ve potansiyeline sahiptir.

Bu dönem, Türkiye'ye; eğer gerekleri yerine getirebilirse, dünyada çok az ülkeye nasip olacak küresel denklemin yeni ve güçlü bir aktörü olma imkanını sunmaktadır. Bunun olabilmesi için de tam bağımsız bir dış politika izlemekten başka çaremiz yok. Zira bütün yollar, Roma'dan çizildiği için Roma'ya çıkar. / "Omnes viae Romam ducunt…"

Dışa bağımlı ve şahsiyetsiz bir dış politika, bunca fırsat ve imkanın içinde dahi Türkiye'yi en fazla "çevre ülke" veya "yarı merkez ülke" konumundan öteye götürmez. ABD'nin Türkiye'den beklentisi ve biçtiği rol, ancak ve ancak başta Arap ülkeleri olmak üzere tüm İslam devlet ve toplumlarına model olmak üzerine bina edilen bir ortaklıktır. Bununla da amaç, kendi tekerlerine, zehirli arı kovanlarına çomak sokacak, dünya hakimiyeti planlarını bozacak çevre ülkeleri ve toplumlarını ehlileştirmektir. Allaha çok şükür ki, ülkemiz dış politikasını oluşturanlar; başta Cumhurbaşkanımız ERDOĞAN ve çiçeği burnunda Başbakanımız DAVUTOĞLU olmak üzere, iddia sahibi ve küresel güç olmak isteyen bir ülkenin liderleri olarak başkalarının dışardan bize çizmiş olduğu projeleri tatbik ederek, başkalarının bize verdiği elbiseleri giyerek asla model olamayacağımızı çok iyi bilmekteler ve bunun da bedelini ödemekteler. Allah yardımcıları olsun.

Peki nasıl bir dış politika?

Dış politika vizyonumuzun en önemli prensibi yeryüzünde yaşayan bütün insanların mutluluğunu sağlamak için öncelikli olarak küresel barışı tesis etmek olmalıdır.

Bizce ilkelerimiz şunlar olmalıdır: Dış politikamızı; pragmatizm yani çıkarcılık üzerine değil küresel erdemi sağlayacak prensipler üzerine inşa etmek; yeni ve adil bir dünyanın kurulabilmesini temin etmek; kuvvetli olandan değil haklı olandan yana tavır koymak; Reel politiği güce boyun eğmek olarak değil, Türkiye ve dünyayı günün şartlarının getirmiş olduğu imkanları kullanarak bir barış yurdu haline getirmenin bir yöntemi olarak algılamak; diplomaside aktif, çok yönlü ve şahsiyetli olmak; meseleleri evrensel ölçekte ele almak ve bu çerçevede komşular, kardeşler, dindaşlar ve mazlumlar açılımını ana ilke olarak görmek; hiçbir ırka, millete ve toplum kesimine rengini, dilini, dinini göz önünde bulundurarak kategorik olarak düşmanlık yapmamak, ancak ve ancak baskıcı, diplomasiyi dayatmacı, zalim ve ezenlere karşı onurlu ve güçlü bir duruşun aracı olarak görmek olarak algılayıp bu yönde adımlar atmak. İslam dünyasının en güçlü ülkesi olarak bunu yapmazsak, Müslüman coğrafyaların bütün yolları Judeo-Christian Medeniyet'in sembolik başkenti Roma'ya çıkmaya devam edecektir. 1000 yıl yeryüzünde adaletin tesisi için gayret eden ve buna öncülük eden bir ecdadın çocukları olarak bize düşen bu karanlık çağa son vermek ve 5 asır yaptığımız gibi bütün yolları İstanbul'a çıkarmak olmalıdır. Buna inancım tamdır.

İKİ DOĞU ve İKİ BATI'nın Rabbine emanet olun…