Güne, posta kutumda biriken onca okunmamış mesajı süzerek başlarken, parmağımın tek bir dokunuşuyla yitip giden o dijital çabanın yarattığı garip bir paradoksun içinde buluyorum kendimi: Pazarlanabilir olanın bu kadar sıradanlaştığı bir dünyada, "ben" olmanın ne anlama geldiğini düşünüyorum. Ve görünen o ki, çağımızın en büyük değeri, ne veri madenlerinde ne de algoritmaların labirentlerinde saklıymış. İnsan, ruhunun dehlizlerinde kaybolan bir seyyah değil midir? Ömrümüz, içimizdeki şehri, o labirentvari kaleyi keşfetmekle geçer. Kimi duvarlara çarpar, kimi gizli geçitler buluruz. Oysa algoritmaların her anımızı bir veri setine dönüştürdüğü, neo-aydınlanmacı gürültü, bize bu içsel yolculuğun anlamsız olduğunu fısıldar. "Senin en sıradan yanların, en satılabilir olanlarıdır" der. Ve biz, bir pazar yerinde kendi suretimizi satmaya çalışan cambazlar gibi, en parıltılı, en ortalama yönlerimizi vitrine koyarız. Ama içimizde bir yerlerde, o kimselere benzemeyen, o uslanmaz, o tekinsiz "ben" durur. O, aklın labirentlerinde kaybolan, birbiriyle ilgisiz görünen fikirler arasında köprüler kuran, kimsenin kâle almadığı dertlere takılıp saatlerce düşünen bir garip derviştir.

İşte bu, entelektüel serseri mayınların, yani pazarlanamaz denen o tuhaf takıntılarımızın, bizi asıl kıymetli kılan hazinelerimiz olduğunu anlatır. Tıpkı bir mutasavvıfın kalbiyle aklı arasında bir köprü kurarak hakikate yürümesi gibi, biz de kendi disiplinlerarası merakımızla, bilginin kuru taneciklerini altın dokulu bir kumaşa dönüştürebiliriz. Bu dönüşümü ifade eden "bilimsel mixtape'ler" veya "perspektif sommelier'i" gibi kavramlar, modern isimlendirmelerdir. Örneğin, veri bilimini Osmanlı arşivleriyle birleştiren bir tarihçi ya da musiki bilgisini kullanıcı arayüzü tasarımına uygulayan bir tasarımcı gibi. Ancak temelde, bu, bir âlimin, bir şairin dilinden; bir musikişinasın, bir mimarın gözünden dünyaya bakmasıdır. Bu, sadece bir iş modeli değil, bir varoluş biçimidir.

Bugünün dünyasında, bilgi herkes için erişilebilir, her şey taklit edilebilir. Lakin bir şey asla taklit edilemezsizin bilgiye bakış açınız. Onu, tıpkı parmak izi gibi, eşsiz kılan da işte bu kişisel mühürdür. Bu, bir seyyahın adımlarının çıkardığı sestir, bir müzisyenin parmaklarının teller üzerindeki o eşsiz gezintisidir. Divan edebiyatında şairin mazmunlarla kendine özgü bir ses bulması gibi, sizin bilgiyle kurduğunuz bağ, hangi haritadan yürürseniz yürüyün sizi size özgü bir menzile ulaştırır. Yazıdaki "bilişsel eserleri" pazarlamaktan bahsedilmesi, bir ticaretten öte, ruhun bir yansımasını, bir izi bırakmaktır. Tıpkı geçmişte hattatların kendi ruhlarını bir harfe nakşetmesi gibi, biz de fikirlerimize kendi özümüzü nakşederiz.

Bu yolculuk, sürekli bir arayış; her fikir başka bir fikre yoldaş olur, her keşif yeni bir sorunun kapısını aralar. İşte bu, bizi yorgun düşürmeyen, aksine her daim diri tutan bir iksirdir. Günümüzde, o "entelektüel serseri mayınlarını" paraya çeviren kişilerin ilk tohumları çoktan atıldı. Veri analizine olan tutkusunu Osmanlı arşivleri üzerine çalışan bir tarihçinin yöntemleriyle harmanlayarak, henüz kimsenin aklına gelmeyen ticari stratejiler üretenler veya musiki bilgisini kullanıcı arayüzü tasarımına uygulayarak bir uygulamanın hissini değiştirenler… İşte bu insanlar, bilginin iki farklı deryasından abdest alıp, kendi irfan sularını akıtan seyyahlardır. Bu yetenek, "Bilgeliğin Zanaatkârları Çağı" olarak adlandırabileceğimiz yeni bir çağa kapı aralayacaktır. Bu çağda, kendi eşsiz birleşimleriyle (örn. Osmanlı arşivleri + veri bilimi) ortaya koydukları çalışmaları birer sanat eseri gibi sunan bu zanaatkârlar, benzersiz bakış açıları için yüksek bedeller alacaklar. Kişisel ve kültürel birikim, eşsiz bir rekabet avantajı yaratacak ve bu zanaatkârlar, sadece kendi alanlarının değil, toplumun da akil adamları olarak anılacak.

Belki de bugün bizi zincire vuran şey dışımızdaki prangalar değil, kendi iç özgünlüğümüzden kaçışımızdır.

O halde, kendi dimağımızın mimarı olduğumuz bu çağda, ruhumuzun haritasını çizmek, sadece hayatta kalmanın değil, aynı zamanda kendi iç özgürlüğümüzü ilan etmenin de tek yolu mudur? Eğer her birimiz, başkalarının çizdiği rotalarda yürümeye devam edersek, o zaman gelecek sadece tek bir notanın tekrarlandığı, sessiz bir besteye dönüşmez mi?