0

Kötülüğün gittikçe hız kazanarak öze nüfuz ettiği dünyadan, ömrünü ilme, sanata, tarihe, kültüre, güzel lisana vakfeden iyi insanlar da geçtiler… Belki de yaşarlarken pek çoğuna farkındalık durumuyla nazar edildiği halde, "kanıksamış olma" halinin yüklediği biganelikle, öylesine duruldu isimleri üzerinde. Onları layıkıyla duyamadan ağırladık gönül dünyamızda; bedenî ölümleri gerçekleştikten sonra ölümsüzleştirdik. Uzağında olanımız da, yakınında bulunanımız da hep gidişlerinin ardından yazma, anlatma, zikretme ihtiyacı içerisine girdi;


Ben de geçtim ömür yürüyüşünden

Yürürken geçti ömrümden…

Çoğunlukla kabul edilmiş lakin dile dökülmemiş takdir geç teslim edilir sahibine bu topraklarda; Hakka yürüdükten sonra eserleştirilen insanlar, bunun en güzel numunesidir.

Geçtiğimiz hafta, kelamın latif yolcularından mütevazı bir duruşu, bir sanat elçisini, A. Vahap Akbaş'ı ebedî mekanına uğurladık. Hayatının kıyısında ya da yüreğinin tam ortasında bulunma imkanına nail olan pek çok değerli kalemin yazı ve paylaşımları ile de onu yeniden yorumlama imkanı bulabildik.

Bu, on iki senedir içinde bulunduğum sanat yaşamı için bir talih olarak değerlendirilmeli mi bilmiyorum ama ben kendisini sadece bir kez görme, sahnesine bir kez tanıklık etme güzelliğine nail olabildim. KAYŞAD'ın düzenlemiş olduğu bir vefa gecesi vesilesiyle kısacık sohbetinin ellerinden tuttum.

Şu dem, yüreğimin üzerinde titreyen bir çiy tanesi gibi duran, program öncesi akşam yemeği… Üstada, senelerdir jürisi bulunduğu bir şiir yarışmasıyla ilgili düşüncelerini soruyorum. Hafifçe tebessüm ediyor ve ekliyor; "olumsuz bir düşüncem mi olmalı yoksa?"

Bu sıcacık mukabelesi bile kafamdaki kötümser bulutları bir anda dağıtmaya yetiyor. Şaşkınlıkla "hayır aslında…" diyor ve sessizce mırıldanıyorum; "yani bilmem ki…"

Neden şaşırdığımı gerçekten bilmiyorum. Yalnızca on dakikayı kapsayan bir zaman aralığında farklılık gösteren şiir estetiğinden, başkalaşan algılardan, sıra dışı yorumlardan bahsediyor. Bazı türlerin kimi gönüllerde, bazı şiirlerin kimi gözlerde nasıl renk ve yer değiştirdiğini anlatıyor. Sessizce dinliyorum.

Hayatı, insanı ve ona dair her şeyi çok önemsediği her halinden belli olan ve tertemiz görüşlerini lisanına yansıtan bu insanı şiirini sunmak için çıktığı sahnede de huzurla takip ediyorum. Üzerinde bir elbise gibi duran o tevazu, lisanından akmaya devam ediyor ve "Serdar Tuncer'in olduğu yerde şiir yorumlamak nasıl olur ki…" deyiveriyor. Eserini, alçakgönüllülüğünü yansıttıktan sonra seslendiriyor. Heybet ve muhabbeti samimiyetine saklanmış o kıymetli insanı ilk ve son kez o sahnede dinliyor, bu yazıya dek o akşamda bırakıyorum…

Kısacık hasbihali için kendisine tekrar teşekkür fırsatı bulamıyorum. Ayrılırken özel olarak vedalaştığımı da hatırlamıyorum. Yaşayan her şaire karşılaştığımızda sorduğum o lirik soruyu bir gün kendilerine de yönelteceğimden o kadar eminim ki…

Hayat kısa, tuhaf ve vefası noksan bir yürüyüş. Rahman, öylesine derin mesajlar yerleştirmiş ki onun dikenli yollarına… Ya okuyamıyor yahut okumak için geç kalıyoruz. Yine de biliyoruz; Sorulmamış soruların kalbimizdeki ağırlığıyla Dağı Özleyen Adam'ı özleyeceğimizi…

sakın sorma bana neden sevdiğimi

kaya diplerindeki yaşlı badem ağaçlarını

ince uzun yoksul keçi yollarını

karanlığı

geceyi çarşaf gibi sallayan kurt ulumalarını

ve dikenleri bile çıyan ve akrepleri bile

korkuyu ve yalnızlığı bile

neden sevdiğimi sorma anla

açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ (A. Vahap. Akbaş)

Nuray Alper