Güvenmek. Hayatımızın her anında karşımıza çıkan, ilişkilerimizin temelini oluşturan bir kelime. Bir arkadaşımıza sırrımızı emanet ederken, bir iş ortağımıza yatırım yaparken, hatta sabah uyandığımızda çalar saatimize güvenirken bile bu duyguyla hareket ederiz. Peki, güvenmek sadece bir risk almak mıdır? Yoksa bu duygunun çok daha derin, çok daha insani bir boyutu var mıdır? Bugün bu sorunun peşine düşeceğiz.
Bir hafta sonu şehir dışına çıkma planınız var. Yakın bir dostunuz sizden aracınızı ödünç almak istiyor. Bu dostunuzun ehliyeti var. Aracınızı daha önce de kullanmış, hiçbir sorun yaşanmamış. Onun sorumluluk sahibi biri olduğunu biliyorsunuz. Aracınıza zarar verme ihtimali oldukça düşük. O, gerçekten iyi ve güvenilir bir insan.
Aracınızı ödünç vermek, basit bir eylem değildir. Dostunuza aracınızın sorumluluğunu emanet ettiğinizde, kaçınılmaz olarak bir risk alırsınız. Eğer araç çizilirse, geç teslim edilirse veya bir kaza yaşanırsa, bunun hem maddi hem de manevi bedelini siz ödersiniz. Burada resmi bir sözleşme veya yasal bir yükümlülük söz konusu değil. Sadece bir dostluk ilişkisi var. Dolayısıyla, bir depozito talep etmeniz de beklenmez. Bu durum, aracınızı bir başkasına emanet ettiğinizde bir risk üstlendiğinizi açıkça gösterir.
Güven ile risk arasındaki bu sıkı bağ, genel bir ilke olarak kabul edilebilir. Güvenmek eylemi, her zaman belirli bir riski beraberinde getirir. Bu, aracınızın zarar görmesi riski olabileceği gibi, bir sırrın ifşa olma riski de olabilir. Her güven eylemi, güvenen kişi için bir belirsizlik barındırır. Eğer bu düşünceye katılıyorsanız, felsefi açıdan köklü bir geleneğin parçasısınız demektir.
Konuyla ilgili pek çok düşünür, güvenin kişinin çıkarlarını etkileme yetkisini başkasına devretmeyi içerdiğini belirtir. Bu durum, diğer tarafın bu yetkiyi kötüye kullanma potansiyelini de beraberinde getirir. Kimi görüşlere göre, güven ancak bir ihanet olasılığı varsa anlam kazanır. Yani, kişi ancak bir şekilde ihanet riskini göze aldığında güvenir. Bu, güvenin sadece ara sıra risk içermesi değil, aksine riskle özsel bir bağının olması anlamına gelir. Bu nedenle, güvenin bir risk almayı gerektirdiği fikri, sağlam temellere dayanır.
Ama bu yaygın düşünceye meydan okuyanlar da var. Bir düşünce akımı, güven ile risk arasındaki bu sıkı bağlantının yanlış olduğunu iddia eder. Onlara göre, felsefeciler risk ile kırılganlık arasındaki ayrımı yeterince yapamadılar. Risk, genellikle olasılıklarla ilgilidir. İstenmeyen bir olayın gerçekleşme ihtimali ve bu olayın şiddeti üzerine yapılan bir hesaplamadır. Örneğin, bir hastalığa yakalanma riski yüzde 50 olabilir. Risk değerlendirmesi, bilginin eksik olduğu durumlarda bile, olası olumsuz sonuçları tahmin etmeye ve yönetmeye odaklanır.
Peki, kırılganlık nedir? Kırılganlık, insanın düşündüğünden daha az kendine yeterli olduğunu anlatan temel bir insanlık halidir. Başkaları, beklenmedik olaylar ve koşullar gibi dış etkenler, kişinin iyi bir yaşam sürme kapasitesini etkiler. Eski düşünürlerden günümüze, şansın ve kaderin insan yaşamındaki gücü kabul edilmiştir. İnsanlar doğuştan başkalarına bağımlıdır. Yaşamları boyunca destek, topluluk ve anlam için diğerlerine ihtiyaç duyarlar. Kırılganlık, sadece zarar görme olasılığı değildir. Derin bağlar kurma ve anlamlı deneyimler yaşama kapasitesidir. Bu, acı çekmeye açık olmakla birlikte, sevgi, zevk ve neşe gibi dönüştürücü deneyimlere de kapı açar. Kırılganlık, insan olmanın ayrılmaz bir parçasıdır.
Bu ayrımı açıklamak için bir örnek verelim. Bir kişinin, çok sevdiği bir varlığın bakımını bir başkasına emanet ettiğini düşünün. Burada derin bir bağımlılık var. Güvenen kişi, güvenilenin eylemlerine karşı derin bir kırılganlık içinde olabilir. Ama olasılıksal anlamda nesnel bir "risk" olmayabilir. Yani, o varlığa zarar gelme ihtimali istatistiksel olarak çok düşük olabilir. Ancak, eğer güvenilen kişi görevini yapmazsa, bu durum ölçülebilir bir kayıptan çok, derin bir duygusal hayal kırıklığına, zımni bir anlayışın ihlaline yol açar. Bu tür bir ihlalden kaynaklanan zarar, bir risk hesaplamasının başarısızlığı değil, kırılganlığın ihanetidir. Bu örnek, güvenin doğasında, basit bir olasılıksal riskten daha temel bir açıklık olduğunu vurgular.
Güven, ihlal edildiğinde "ihanete uğrayabilir" veya "en azından hayal kırıklığına uğrayabilir." Bir çalar saate güvendiğimizde, bozulursa hayal kırıklığı yaşarız. Ama bir insana güvendiğimizde, onun başarısızlığı ihanete yol açabilir, yani ahlaki bir ihlaldir. İhanet, önemli bir ilişkinin kopması veya ihlali anlamına gelir. Güven, bir tür ahlaki iddia içerir. Güvenen taraf, güvenilen tarafın iyi niyetine hak kazanır. Bu, sadece güvenilir davranış beklentisinin ötesine geçer. İlişkide ahlaki bir talep olduğunu gösterir.
Peki, tüm bunlar bize ne anlatıyor? Güven, sadece bir risk hesabı değildir. Güven, bizi ahlaki bir açıklık konumuna sokar. Başkasının iyi niyetine bağlıyızdır. Bizi yarı yolda bırakabileceklerini biliriz. Ama bırakmayacaklarına güveniriz. Risk ortadan kalksa bile, güvenin açtığı kırılganlığın kalıcı olduğunu görürüz. Güven, zararın olasılığıyla değil, ihanetin mümkün ve anlamlı olmasıyla tanımlanır. Güven en iyi, başkasının iradesine karşı kabul edilmiş bir kırılganlık olarak anlaşılır. İşte bu açıklık, bu bağımlılık isteği, güveni ahlaki açıdan bu kadar önemli kılar. Ve bu yüzden, ihanet bu kadar can yakar. Peki, siz hiç böyle bir kırılganlık hissettiniz mi? Unutmayın, gerçek güven, kırılganlığı kucaklamaktır.