Nasıl ki surelerin meallerine bakarken iniş sebeplerinin de bilinmesi de gerekiyorsa tefsirini bilmekte hepsinden daha faziletli ve Kur-an'ı anlamak ve anlatmak istediğini öğrenmek açısından o kadar önemlidir. Bu yeni başlayacağımız tefsir bölümünde 114 surenin de yapılan tefsirlerini sizlere sunmaya çalışacağız. Tûr Suresinin tefsiri nedir? İşte mübarek Müslümana yol gösterici Kur-an'daki Tûr Suresinin tefsirini haberimizde okuyabilirsiniz.
Tûr Suresi 1-16. ayet
Tûr'a, açık sahifeler üzerine yazılı kitaba, beytülma'mûra, yükseltilmiş tavana, kaynayan denize andolsun ki, rabbinin azabı mutlaka gerçekleşecektir; ona engel olabilecek yoktur!
O gün gök öyle bir sallanıp çalkalanır, dağlar yerinden kopup öyle bir yürür ki!
İşte o gün vay haline (peygamberin bildirdiklerini) yalan sayanların!
Onlar daldıkları bataklıkta oyalanıp duruyorlar.
O gün cehennem ateşine itile kakıla götürülecekler.
(Onlara şöyle denecek:) "Yalan sayıp durduğunuz ateş işte bu!
Peki bu bir sihir mi? Yoksa görmüyor musunuz?
Girin oraya! Artık sabretmişsiniz etmemişsiniz, sizin için farketmez. Çünkü sadece yaptıklarınızın karşılığını görmektesiniz."
Yüce Allah altı şey üzerine kasem (yemin) ederek peygamberleri vasıtasıyla haber verdiği azabın mutlaka geleceğini ve onu engelleyebilecek hiçbir gücün bulunmadığını bildirmektedir. Üzerine yemin edilenlerle nelerin kastedildiği ve bunların yemin konusu ile bağlantısı hakkında değişik açıklamalar yapılmıştır (Allah'ın yemin etmesi ve Kur'an'da yer alan kasemler konusunda genel bilgi ve değerlendirme için bk. Zariyat 51/1-6).
Müfessirlerin büyük çoğunluğu, 1. ayette geçen tûr kelimesini –Kur'an'daki kullanımlarını dikkate alarak– Hz. Mûsa'ya peygamberlik görevinin tebliğ edildiği kutlu dağ (Sîna dağı) anlamıyla açıklamışlardır. Bununla genel olarak dağların kastedildiği kanaatini taşıyanlar da vardır (İbn Atıyye, V, 185). Bazı müfessirler ise bu kelimenin kök anlamlarından olan "uçma" manasıyla bağ kurarak "gayb aleminden duyular alemine uçup gelenler (ilhamlar, bilgiler, melekler)" yorumunu yapmışlardır (Beyzavî, VI, 88).
2 ve 3. ayetlerde söz konusu edilen "kitap"la ilgili olarak yapılan belli başlı yorumlar şunlardır: a) Hz. Mûsa'ya verilen kitap, b) Kur'an-ı Kerîm, c) Hz. Muhammed'den önce indirilmiş ilahî kitaplar, d) Yaratılmışlarla ilgili bütün bilgilerin kayıtlı bulunduğu levh-i mahfûz, e) Meleklerin göreviyle ilgili olarak levh-i mahfûzdan istinsah edilmiş kısımlar, f) Haşir günü insanların dünyada yapıp ettiklerini ayrıntılı olarak görecekleri amel defterleri (Zemahşerî, IV, 33; İbn Atıyye, V, 185; Razî, XXVIII, 239). 3. ayette geçen rakk kelimesi "sahîfe, varak" manasına gelir; daha çok hayvan (özellikle ceylan) derisinden yapılmış ince deri için kullanılır. Burada "kitap" kelimesiyle Kur'an-ı Kerîm'in kastedildiği yorumunu yapanlar, sûrenin indiği sıralarda Kur'an'ın bu şekilde yazılmaya başlandığı veya –tamamı açısından– ileride yazılacağına işaret bulunduğu yorumunu yaparlar. "Açık ve yayılmış" anlamına gelen menşûr kelimesiyle ilgili olarak Razî şu ilginç yorumu yapar: Burada kitabın açıklık özelliğine işaret vardır; zira dürülü, kapalı kitapta ne bulunduğunu kimse bilemez; şu halde burada söz konusu olan kitap dürülü yazılardan yani levh-i mahfûzdan farklıdır; bunun anlamı "O size açıktır, onu inceleyip üzerinde düşünmenize kimse engel olamaz" demektir (XXVIII, 240).
4. ayetteki "el-beyt'ül-ma'mûr" tamlaması hakkında başlıca üç yorum vardır: a) Semada bulunan bir evin, bir mescidin adıdır; ilgili rivayetlerde bunun yedinci semada, Kabe'nin izdüşümüne denk gelen bir yerde, arşın hizasında bulunduğu, durah diye de anıldığı, meleklerin ziyaretiyle şenlendiği belirtilir. Dördüncü ve altıncı semada veya semanın ve yerin her bir katında bir beytülma'mûr bulunduğu yönünde de nakiller vardır. Yine rivayetlerde yer alan bilgilere göre her gün oraya çok sayıda melek girer, Allah'ı takdis ve tesbih ederler; çıkanlar artık asla (kıyamete kadar) oraya dönmezler (bk. Taberî, XXVII, 16-18; Zemahşerî, IV, 33; İbn Atıyye, V, 186). Şu var ki bu rivayetlerin ayetteki tamlamayı izah amacı taşıdığı açık değildir (İbn Âşûr, XXVII, 39). b) Kabe'nin adıdır. Bu yorumda mamur kelimesinin, "gelen gideni çok olan, ziyaretçileriyle şenlenen ve bakımlı olan yer" manaları esas alınmıştır (Zemahşerî, IV, 33). Bu yorumu destekleyen bir rivayete göre Allah Teala onu her yıl belirli sayıda ziyaretçi ile mamur kılar, insanların sayısı bundan eksikse meleklerle tamamlar. c) Müminin kalbi kastedilmiştir. Kalp, kişinin Allah'ı tanıması ve O'na tam bir teslimiyet göstermesiyle mamur olur (Beyzavî, VI, 89; ayrıca bk. Abdurrahman Küçük, "Beytülma'mûr", DİA, VI, 94-95).
Hemen bütün müfessirler, 5. ayette geçen ve "yüksek, yükseltilmiş tavan" anlamına gelen es-sakf el-merfû' tamlamasıyla semanın kastedildiğini belirtirler; Enbiya sûresinin 32. ayeti de bu manayı destekler niteliktedir. Bu konudaki bir rivayete dayanarak bazı müfessirler, bununla (cennetin tavanı olan) arşın kastedildiği yorumunu yapmışlardır (Şevkanî, V, 110; Elmalılı, VII, 4551-4552).
6. ayetteki el-bahru'l-mescûr tamlamasında geçen bahr kelimesi "deniz" anlamına gelir; bunun sıfatı olarak zikredilen mescûr kelimesi ise farklı manalara gelmektedir. Bu manalardan hareketle söz konusu tamlama için yapılan belli başlı yorumlar şunlardır: a) Kızdırılmış, alevlenmiş: Kelimenin Tekvîr sûresinin 6. ayetindeki kullanımı ışığında, kıyametin kopması sırasında –muhtemelen jeolojik bir patlamayla– denizlerin aşırı ısınması kastedilmiş olabilir (Gafir 40/72'de de fiil –edilgen haliyle–"yakılma" manasına kullanılmıştır). b) Dolgun, taşkın: Denizlerin sularla dolu olması veya okyanuslar kastedilmiş olabilir. c) Boş: Kıyamet sırasında denizlerin boşalması kastedilmiş olabilir. d) Tutulmuş, hapsedilmiş: Denizlerin, dünyanın düzenini altüst edecek taşmalar yapmasının engellenmesine işaret olabilir (Taberî, XXVII, 18-19; İbn Atıyye, V, 186). e) Karışık, karışkan: Suyu birbirine veya tatlısı acısına karışan denizler manası kastedilmiş olabilir (Şevkanî, V, 110). f) Tûr'dan söz edilmesi dikkate alınarak, Firavun'un boğulduğu denizin kastedildiği de düşünülebilir (İbn Âşûr, XXVII, 39-40; Elmalılı, VII, 4552). Ayrıca burada, semada arşın altında bulunan bir denize (Taberî, XXVII, 20) veya cehenneme (İbn Atıyye, V, 187) yemin edildiği yönünde rivayetler de bulunmaktadır. Taberî kelimenin "yakma" ve "dolma" şeklinde iki temel manası bulunduğunu, bunlardan ilkinin dünya hayatındaki denizlere uymadığını, dolayısıyla "dolu deniz" manası verilmesinin isabetli olacağını belirtir (XXVII, 19-20). Ancak buradaki denizin "kıyamet koparken ısınan ve kaynayan deniz" olarak anlaşılmasına da bir engel bulunmadığından mealde "kaynayan deniz" anlamı tercih edilmiştir.
İbn Âşûr burada üzerine yemin edilenlerle yeminin amacı arasındaki bağı özetle şöyle açıklar: İlk altı ayette üzerine yemin edilenler Hz. Mûsa'nın Firavun'a gönderilmesiyle ilgili hususlardır. Yeminin konusu ise peygamberlerin uyarılarının esasını oluşturan ilahî azabın mutlaka geleceği gerçeğidir. Firavun ve adamlarının helaki de bu gerçeği inkar edip Mûsa'yı yalancılıkla itham etmeleri sebebiyle olmuştur (XXVII, 36; Razî'nin burada zikredilen üç mekan [Tûr dağı, deniz ve Kabe] ile üç peygamber [Hz. Mûsa, Hz. Yûnus ve Hz. Muhammed] arasında bağ kuran tevili için bk. XXVIII, 239-240).
İlk iki ayette kıyamet sahneleriyle ilgili kısa ve sarsıcı bir tasviri takiben 12. ayette inkarcıların o günü hiç akıllarına getirmeden sürdürdükleri dünya hayatının, kalıcı değeri olmayan, boş ve anlamsız bir uğraş ve oyalanmadan ibaret olduğu belirtilmekte; 13-16. ayetlerde de karşılaşacakları ağır cezanın soyut bir tasavvur olarak kalmaması için, karşılaşacakları muamele hakkında canlı bir anlatım üslûbu kullanılmakta ve bunun üzerinde dikkatle düşünülmesi istenmektedir. 15. ayette, peygamberlerin bildirdiği gerçekler üzerinde düşünmek ve kabul etmek yerine bunları birer yalan, gösterdikleri mûcizeleri de sihir olarak niteleme yolunu seçenler acı hakikatle yüzyüze geldiklerinde kendilerine "Bu da mı sihir? Dünyada hakikatlere karşı kör davrandığınız gibi burada da gözünüz görmüyor mu yoksa?" şeklinde aşağılayıcı bir hitapta bulunulacağı haber verilmektedir (Zemahşerî, IV, 34). Razî buna yakın bir yoruma yer vermekle beraber şu hususu da ekler: Kişi bir şeyi gerçeği hilafına görüyorsa ya görülende yahut görende bir kusur söz konusudur; inançsızlarca inkar edilenlerin şaşmaz bir gerçek olduğu o gün ortaya çıkacağına göre bu kusurun görenlerde bulunduğu anlaşılmış olacaktır; ayet bu durumu teyit amacı taşır (XXVIII, 247). 16. ayetle ilgili başka izahlar da yapılmış olmakla beraber meal Zemahşerî'nin şu yorumu esas alınarak verilmiştir: İnkarcılara sabredip etmemelerinin kendileri açısından bir farkının olmayacağı bildirildikten sonra, "Çünkü sadece yaptıklarınızın karşılığını görmektesiniz" şeklinde bir gerekçe gösterilmiştir; bu gerekçenin amacı ise, artık yargılamanın sona erdiğini ve dünyada yapılanların karşılığını görmekte olduklarını, dolayısıyla orada cezayı hafifletici bir çaba içinde olmalarının yarar sağlamayacağını, sabır erdeminin ancak imtihan ortamı olan dünya hayatında değer taşıdığını hatırlatmaktır (IV, 34).
Tûr Suresi 17-28. ayet
Allah'a saygısızlıktan sakınanlar ise, rablerinin kendilerine verdiğiyle mutluluk bularak cennetlerde ve nimetler içinde olacaklardır. Rableri onları cehennem azabından da korumuş olacaktır.
(Onlara denecek ki:) "Yaptıklarınızın karşılığı olarak, sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak afiyetle yiyin için." Ayrıca onları güzel gözlü eşlerle evlendireceğiz.
İman eden, soylarından gelenlerin de aynı iman ile kendilerini izledikleri kimselerin yanlarına bu zürriyetlerini katacağız; bununla birlikte kendi amellerinden de bir şey eksiltmeyeceğiz. Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabından kendisi sorumlu olacaktır.
Onlara canlarının istediği meyve ve etten bol bol veririz.
Orada karşılıklı kadeh alıp verirler, ama o içecek ne saçmalamaya yol açar ne de günah işlemeye.
Sedeflerinde saklı incilere benzeyen genç hizmetçileri etraflarında dönüp dururlar.
(Cennettekiler) birbirlerine dönüp sorarlar:
"Doğrusu biz" derler, "Daha önce yakınlarımız arasındayken için için bir korku taşımaktaydık (değil mi?)
Şimdi ise Allah bize lutfuyla muamele etti de bizi kavurucu azaptan korudu.
Elbette biz bundan önce yalnız O'na yalvarıyorduk. Şüphesiz ihsanı bol ve çok merhametli olan da yalnız O'dur."
Kur'an'ın genel yöntem ve üslûbu doğrultusunda, inkarcılara yapılan uyarı ve ceza bildirimini takiben müminlere de müjdeler verilmekte ve ahirette kendileri için hazırlanmış bulunan nimetler tasvir edilmektedir (cennet ve nimetleri hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Bakara 2/25; Zuhruf 43/68-73; M. Süreyya Şahin-Bekir Topaloğlu, "Cennet", DİA, VII, 374-386).
21. ayette, müminlerin ahirette yakınlarıyla beraber olup olamayacakları konusuna değinilerek cennet hayatının güzelliklerini düşünenlerin hatırından geçebilecek önemli bir soruya cevap verilmiş olmaktadır. Bu ayetten ve başka birçok delilden anlaşıldığına göre cennete girmenin ön şartı iman sahibi olmaktır. Burada ayrıca, yüce Allah'ın müminlere, ahiret mutluluğunu, iman konusunda aynı yolu izleyen nesilleriyle birlikte yaşama imkanı lutfedeceği, bunun için onların iyi amellerinden bir eksiltmeye de ihtiyaç olmayacağı bildirilmektedir. İman konusunda sonraki nesillerin öncekilere uymasını, "Allah'a yürekten inanıp bu inancın gereklerini yerine getirmek yani O'na samimi kul olmak ve erdemli davranışlarda bulunmak hususunda geçmişlerini izlemek" şeklinde anlamak uygun olur. Âyette, cennette bir araya getirilecek yakınların mümin olma özelliğinde birleştikleri açıkça belirtildiği dikkate alınarak burada, böyle bir ortak noktada birleşmiş olanlar arasında dünyadaki sevgi, ilgi ve yakınlıkların cennette de devam edeceğine, bu noktada birbirinden ayrılmış olanların ise –muhtemelen oraya özgü algılama biçimine göre– zaten aynı sevgi hisleriyle dolu olamayacaklarına, dolayısıyla bu ayrılığın bir ıstırap sebebi oluşturmayacağına işaret edildiği söylenebilir. Nitekim birçok ayet ve hadise göre cennet hayatında her türlü tasa ve üzüntü son bulacaktır.
Âyetin son cümlesiyle adeta, bu konuda verilen müjdenin yanlış anlaşılmaması ve istismar edilmemesi için bir uyarıda bulunulmaktadır: "Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabı karşılığında bir rehindir." Şu halde hiç kimse, iman ettikten sonra, iyi amelleri çok az ve günahları çok fazla olsa bile, dindar ve iyilik sever yakınları sayesinde cennete gireceğini zannetmemelidir. Bu ayetin "... yanlarına bu zürriyetlerini katacağız" diye çevrilen kısmı "zürriyetlerini de onların derecesine çıkaracağız" şeklinde de anlaşılmıştır. Ancak, Taberî ve İbn Atıyye'nin tercih ettiği bu yorumda da yukarıda belirtilen ana fikir değişmemekte, imanda atalarını izleyen nesillerin –amel açısından kusurlu olsalar bile– atalarına ilahî bir ikram ve onurlandırma olmak üzere onların derecesine yükseltilecekleri anlamı öne çıkarılmaktadır (Taberî, XXVII, 24-26; İbn Atıyye, V, 189). Âyetin "Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabı karşılığında bir rehindir" şeklinde çevrilen son cümlesinde kişinin sorumluluğu, borç ilişkilerinde önemli bir yeri olan rehin kavramıyla açıklanmıştır. Bir borca karşılık teminat olmak üzere nasıl ki borçlu alacaklıya rehin verirse, kul da Allah'ın huzurunda vereceği hesap karşılığında kendisini rehin vermiş gibidir; hesabını verebilenler kurtulur, vermeyenler cezalarını çeker (Allah'ın kullarından aldığı söz hakkında bilgi için bk. A'raf 7/172). Şayet borcunu ödemeye çalışmış ve bu yüce Allah tarafından yeterli görülmüşse rehin kalmaktan kurtulacak, ahiret saadetine erişecektir (yakın bir izah için bk. Zemahşerî, IV, 35). Bu cümle için, herkesin yaptığı iyi kötü her şeyin kayıt altında olduğu, kimsenin başkasının günahından sorumlu olmayacağı ve sadece kendi yaptıklarının karşılığını göreceği yorumu da yapılmıştır (Taberî, XXVII, 28). Bu itibarla, cümleye "Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabını verecektir" veya "Herkesin durumu kendi kazancına bağlıdır" gibi manalar da verilebilir. Bazı müfessirler Müddessir sûresinin 38-39. ayetlerini dikkate alarak müminlerin, bu ayetteki rehin nitelemesine dahil olmadığını, burada sadece inkarcıların kastedildiğini söylemişlerse de söz konusu cümlenin herkesi kapsadığı yorumu daha isabetli görünmektedir (Razî, XXVIII, 252-253).
25-28. ayetlerde, kabirlerinden kaldırılanlardan söz edildiği kanaatini taşıyan müfessirler bulunmakla beraber bunların cennete girme mutluluğuna erişmiş kimseler olduğu genellikle kabul edilir; sözün akışı da bu görüşü desteklemektedir (Taberî, XXVII, 30; Şevkanî, V, 114). 21. ayetle bağ kurularak, 26-28. ayetlerdeki sözleri cennette çoluk çocuğuyla buluşturulmuş olanların birbirlerine söyleyecekleri de düşünülebilir. Buna göre bu ifadeleri şöyle izah etmek mümkündür: Doğrusu biz dünyadayken "Acaba burada sizden ayrı düşer miyiz?" diye kaygı duymaktaydık. Çok şükür ki yüce rabbimiz bizleri azabından korudu ve cennetinde buluşturdu. Dünya hayatında, Allah'ın burada bizi bir araya getirmesi için dua ediyorduk, dualarımızı kabul etti, çünkü O'nun ihsanı boldur, merhameti geniştir (İbn Âşûr, XXVII, 56-58). Müfessirlerin çoğu bu sözleri, cennet ehlinin, o sıradaki durumları ile dünyada çektikleri sıkıntıları karşılaştırma mahiyetinde aralarında yaptıkları konuşmalar veya kendilerinin bu mertebeye nasıl eriştiklerini soranlara verdikleri bir cevap olarak düşünüp şöyle açıklamışlardır: Dünyadayken Allah'a karşı gelmekten veya burada karşılaşacağımız azaptan için için korkardık; Cenab-ı Allah bize lutfuyla muamele edip bağışladı veya bizi O'nun rızasına uygun ameller işlemeye muvaffak kıldı. Tabii ki dünya hayatında iken yalnız O'na kulluk ve dua ediyorduk, şimdi de tek sığınağımız O'dur; O vaadinde durur ve engin merhamet sahibidir (Şevkanî, V, 114-115; Hazin, VI, 93-94).
28. ayette geçen berr kelimesi, ayette olduğu gibi Allah'ın ismi olarak kullanıldığında genellikle şu iki anlama gelmektedir: 1. Yarattıklarına karşı rahmet, mağfiret, lutuf ve ihsanı bol olan; 2. Sözlerinde ve haberlerinde doğru (sadık) kavramına en çok layık olan . Mealinde birinci anlam esas alınarak "ihsanı bol olan" şeklinde çevrilmiştir.
Tûr Suresi 29-49. ayet
Sen öğüt vermeye devam et; rabbinin lutfu sayesinde sen asla ne bir kahinsin ne de bir mecnun.
Demek onlar, "O bir şairdir; zamanın sillesini yiyeceği günü bekliyoruz" diyorlar öyle mi?
De ki: "Bekleyin bakalım, ben de sizinle birlikte beklemekteyim!"
Bunu onlara akılları mı emrediyor yoksa onlar azmış bir topluluk mu?
"Onu kendisi uydurmuştur" diyorlar öyle mi? Hayır, hayır; inanmak istemiyorlar.
Eğer doğru sözlü iseler onun benzeri bir söz getirsinler.
Acaba onlar bir yaratıcı bulunmadan mı yaratıldılar, yoksa yaratıcı kendileri midir?
Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yaratmışlar? Hayır hayır! Onlar bir türlü idrak edip inanmıyorlar.
Yoksa rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa her şeye egemen olan onlar mı?
Yoksa onların, üstüne çıkıp gizli şeyleri dinleyecekleri bir merdivenleri mi var? Eğer öyleyse, içlerinden dinleyen biri açık bir kanıt getirsin.
Kız çocuklar O'na, erkek çocuklar da size öyle mi?
(Resulüm!) Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da, onlar bunun ağırlığı altında mı eziliyorlar?
Yahut gayb bilgisi kendilerinin yanında da onlar (buradan alıp) mı yazıyorlar?
Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Ama asıl tuzağa düşecek olanlar inkarcıların kendileridir!
Yoksa onların Allah'tan başka bir tanrıları mı var? Allah onların yakıştırdıkları ortaklardan tamamıyla münezzehtir.
Gökten bir kütlenin düşmekte olduğunu görseler, yine de "Bunlar üst üste yığılmış bulutlar" derler.
Artık dehşete kapılacakları gün ile yüzyüze gelinceye kadar onları kendi halleriyle baş başa bırak.
Kurdukları planlar o gün kendilerine hiçbir yarar sağlamayacak ve kendilerine yardım eden de olmayacak!
Şüphesiz o zulmedenlere bundan başka (dünyada başlarına gelecek) bir azap daha var; fakat çoğu bunu bilmez.
Sen rabbinin hükmünü sabırla bekle, kuşkusuz sen bizim gözetim ve korumamız altındasın. Her kalktığında rabbini hamd ile tesbih et.
Gecenin bir kısmında ve yıldızlar çekildiğinde de O'nu tesbih et.
Yakın çevresinden haksız ve ağır ithamlara maruz kalan Resûl-i Ekrem'e, inkarda direnenlerin düşündükleri ve düşünebilecekleri, söyledikleri ve söyleyebilecekleri, yaptıkları ve yapabilecekleri ile ilgili hemen bütün ihtimaller hatırlatılıp bunların hiçbirinin sonuç vermeyeceği, kendisine düşenin azim ve sebatla doğruyu anlatmak olduğu, bu olumsuzlukların Allah'a olan bağlılığını asla etkilememesi gerektiği, yeterli bildirim ve öğüt yapıldığı halde akıl ve iz'anlarını harekete geçirmemekte ısrar edenleri ise kendilerini bekleyen ceza ile baş başa bırakmaktan başka bir yol bulunmadığı bildirilmektedir. Araplar'da kahinler ve mecnunların cinlerle insanlar arasında irtibat sağladığına inanılırdı. Bu sebeple putperestler Resûlullah'a 29 ve 30. ayetlerde belirtilen türden isnat ve iftiralarda bulunuyorlardı. 29. ayette Hz. Peygamber'le ilgili bu iddiaların asılsızlığı ortaya konmaktadır (İbn Atıyye, V, 191). Bu ve benzeri yerlerde mecnun kelimesini –yaygın anlamıyla– "akıl hastası, deli" şeklinde açıklamak mümkün olduğu gibi, o günkü inanışlar ışığında "cinlenmiş, cinin hakimiyetine girmiş" şeklinde yorumlamak da mümkündür. "Kahin" kelimesinde ise bu mana daha belirgindir (bk. Toshihiko Izutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, s. 158-165; A. Fischer, "Kahin", İA, VI, 71-73; ayrıca bk. A'raf 7/184, Hicr 15/6). 30. ayette geçen reybe'l-menûn tamlaması "zamanın getireceği musibetler"i veya "ölüm"ü ifade etmek üzere kullanılır. Hz. Peygamber'i görevini yapmaktan alıkoyamayan Kureyşliler onu bertaraf edebilmek için değişik komplolar üzerinde fikir yürütüyorlardı. Bazıları zamanın yani ölümün nice meşhur şairleri alıp götürdüğünü hatırlatıp bu işi de zamana bırakmanın uygun olacağını söylüyordu. Bu tavrın o sıralarda "şair" olarak tanınan insanlara ilişmenin pek hayırlı sonuç getirmeyeceği telakkisiyle de bağlantılı olduğu düşünülebilir. Bazı rivayetlerde böyle bir müzakere sırasında söylenen, "Onu bağlayıp hapsedin, öylece ölüp gitmesini bekleyin" gibi sözler bu ayetin iniş sebebi olarak gösterilmiştir (Taberî, XXVII, 31; Zemahşerî, IV, 35). Sûrenin bir bütün olarak indiği dikkate alındığında bu rivayetlerdeki bilgileri ayetin özel bir sebep üzerine bütününden ayrı olarak indiği şeklinde değil, burada söz konusu olaya ve benzerlerine bir gönderme yapılmış olduğu tarzında anlamak uygun olur (Ateş, IX, 84-85). 32. ayette müşriklerin çelişkili söz ve tutumlarına dikkat çekilmektedir. Zira Resûlullah'ı bir taraftan mecnun ilan ederlerken diğer taraftanda onu özel yetenek ve ince zeka gerektiren şairlik ve kahinlikle nitelemeleri akıl ve mantığa sığacak iş değildi (Zemahşerî, IV, 35-36). Razî burada aklın söz ve davranışlardaki önemine işaret bulunduğunu belirtir ve aklın hisleri kontrol etme işlevi üzerinde durur (bk. XXVIII, 257). Bu kısa ayette putperestlerin peygamber ve vahiy karşısındaki küstahça tutumları eleştirilirken, hilim ve tuğyan kavramları çerçevesinde dolaylı olarak iki büyük zihniyet farkına da dikkat çekilmektedir. Müfessirler, buradaki ahlamın tekili olan hilim kelimesini genellikle "akıl", ayette bunun karşıtı bir konumda kullanılan tagînin türetildiği tuğyanı da, "isyanda sınır tanımama, konuşurken hezeyanlar savurma" şeklin-de açıklamışlardır (mesela bk. Razî, XXVIII, 257-258; Şevkanî, V, 115). Ancak, özellikle hilimle ilgili bu açıklama iki yönden eksik görünmektedir: a) Öncelikle hilim, salt zihinsel yetenek olan aklı değil, aynı zamanda basiretli, soğuk kanlı, sabırlı, ölçülü, kısaca erdemli ve hakka uygun davranmayı da kapsayan bir kavramdır. Tuğyan ise inançta, sözde ve eylemde doğruluk ve adalet sınırını aşmayı, cahilce ve ahmakça hareket etmeyi ifade eder ve bu anlamıyla tuğyan, kaynaklarda Cahiliye Arapları'nın cehl, asabiyet, hamiyet gibi terimlerle ifade edilen barbarlık zihniyetinin bir tezahürü olarak görülür. b) Cahiliye döneminde de akla değer verenler vardı; buna rağmen bu yetenek bireyin ve toplumun ruhî ve maddî hayatını kurtaracak, onlara gerçek anlamda yararlı olacak inanç ve eylemlere götürme imkanından yoksundu; bu sebeple o döneme "Cahiliye" denilmiştir. İslam ise ilahî irşadla aklın yolunu aydınlattı; önüne inanç ve amelle ilgili ölçüler koydu; böylece insana zihnî, duygusal ve bedenî yeteneklerini doğru olarak kullanma fırsatını verdi; aklın salt bir zekice düşünme yeteneği değil, belirtilen vahiy kaynaklı ölçüler çerçevesinde en doğru, en adil, dolayısıyla da nihaî anlamda en yararlı olanı kavrama, bilme yeteneği halini almasına imkan sağladı. Esasen birçok ayette Kur'an-ı Kerîm'in, hidayet, şifa, nur (ışık) gibi sıfatlarla anılmasının anlamı da budur. Sonuç olarak müminler bu kaynaktan aydınlandıkları için belirtilen anlamda akıllarıyla hareket ederler ve doğru olana inanır, doğru olanı yaparlar; inkarcılar ise kendilerini belirtilen kaynaktan nasipsiz bıraktıkları için inanç ve davranışlarda makul ve tutarlı olamaz, doğruluk ve adalet sınırını aşarlar. Hz. Peygamber'i "kahin, mecnun, şair" gibi gerçek dışı ve çelişkili iddialarla suçlarken de aynı tutumu sergilemişlerdir. 33. ayetin son cümlesi genellikle "Onlar iman etmezler; ne kadar delil getirilse koyu taassupları içinde inkarcılıklarını sürdürürler" şeklinde anlaşılmıştır. Fakat bu bağlamda cümleye "(dediklerine) kendileri de inanmıyorlar" tarzında da mana verilebilir (Elmalılı, VII, 4560; Kur'an'ın muhataplarına onun bir benzerini ortaya koymaları için çağrı yapması ve meydan okuması konusunda bk. Bakara 2/23; Enfal 8/31). 35. ayette muhataplar her şeyden önce kendi yaratılışları üzerinde düşünmeye ve muhakeme zincirini buna göre oluşturmaya çağırılmaktadır. Âyetin "Acaba onlar bir şey bulunmadan mı yaratıldılar?" diye çevrilen kısmı, daha çok "Acaba onlar yaratıcısız mı yaratıldılar?" manasıyla açıklanmıştır (ayetin varlık felsefesi açısından yapılmış bir yorumu için bk. Elmalılı, VII, 4561-4562). Bu kısma "Acaba onlar sebepsiz mi yaratıldılar?" şeklinde mana vermek de mümkündür; bu takdirde, onlara gayesiz, boş yere mi yaratıldıkları sorulmuş olmaktadır. Bir yoruma göre ise bu cümlede "Kendilerini cansız, akıl nimetinden mahrum, gösterilen kanıtları anlayamaz varlıklar gibi mi görüyorlar?" manası bulunmaktadır (Taberî, XXVII, 33; İbn Atıyye, V, 192). Buharî, bu ve müteakip iki ayetin, Bedir Savaşı'nı takiben esir düşen müşriklerle ilgili görüşme yapmak üzere Medine'ye gelen Cübeyr b. Mut'im'in gönlünde iman ateşini yakan bir etki oluşturduğuna dair bir rivayet aktarmıştır. Bu rivayette Cübeyr'in şöyle dediği belirtilir: "Hz. Peygamber akşam namazında Tûr sûresini okumuş, ben de dinlemiştim; 'em hulikû (...) em hümü'l-müsaytırûn' ayetlerine (35-37. ayetlere) gelince kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu" (Buharî, "Tefsîr", 52). 36-43. ayetlerde inkarcıların Hz. Muhammed'i peygamberlik görevine layık görmeme ve Allah hakkında sapkın iddialar ileri sürme tarzındaki küstahça tavırları eleştirilmekte, bilgisizlik ve acizliklerine rağmen böyle bir değerlendirme hakkını nasıl kendilerinde bulabildikleri onları hafife alan bir üslûpla sorulmakta, üstelik Resûlullah'ın onlara herhangi bir maddî yük de getirmediğine dikkat çekilmektedir. Bir yoruma göre 42. ayetin ilk cümlesinde, Mekkeliler'in Resûl-i Ekrem'i öldürmek için suikast hazırlığı içinde oldukları, son cümlesinde de planlarının boşa çıkacağı ve asıl kendilerinin perişan olacakları haber verilmektedir. Nitekim Medine'ye hicretten kısa bir süre önce müşrikler Darünnedve'de toplanıp bu konuyu enine boyuna tartışmış, müşterek bir suikast planı hazırlamışlar (bk. Müsned, I, 348), fakat bu plan boşa çıktığı gibi Resûlullah'ı öldürmeyi planlayan suikastçıların kendileri de kısa bir süre sonra Bedir Savaşı'nda öldürülmüşlerdi (Zemahşerî, IV, 36). Söz konusu inkarcıların apaçık kanıtlar karşısında bile inatlarını sürdürdüklerini anlatmak üzere 44. ayette somut bir örnek verilmekte, –İsra sûresinin 90-92. ayetlerinde belirtildiği üzere– istedikleri gibi gökten bir kütle düşürülse ve bunu gözleriyle görseler dahi gelip kafalarına çarpmadıkça onun varlığını kabullenmek istemeyecekleri, "bulut yığınlarıdır" gibi sözlerle geçiştirmeye çalışacakları belirtilmektedir (Taberî, XXVII, 36). 45. ayette de böylesine bağnaz bir tutum içinde olanları, kendilerini bekleyen dehşetli günle baş başa bırakma dışında bir yol olmadığı ifade edilmiştir. Bu ayette sözü edilen gün hemen bütün müfessirlere göre kıyamet günüdür. 47. ayette bundan başka bir azap ile daha karşılaşacakları belirtilmiş, fakat azabın mahiyeti açıklanmamıştır. Bazı müfessirlere göre bundan maksat kabir azabı, bazılarına göre ise açlık, yakınlarını ve servetini kaybetme ya da Bedir Savaşı vb. hezimetlere uğrama gibi dünyevî belalardır (İbn Atıyye, V, 194). Taberî, bu konuda bir sınırlandırmaya gitmeksizin inkarcıların –kabir azabı dahil– kıyamet gününden önce karşılaşacakları her türlü musibeti bu kapsamda düşünmenin uygun olacağını belirtir (XXVII, 36-37). 48 ve 49. ayetlerde Resûlullah'ın ilahî gözetim ve koruma altında bulunduğu bildirilerek ondan görevini azim ve sebatla sürdürmesi istenmekte, maneviyatını yükseltecek en büyük gıdanın her zaman Allah'ı yüceltmek, O'na olan inanç ve güvencini zinde tutmak olduğu hatırlatılmaktadır. İbn Abbas, 49. ayetin sonunda geçen (yıldızlar çekildiğinde yapılması istenen) tesbihten maksadın sabah namazından önce kılınan iki rek'at nafile (sünnet) namaz olduğunu söylemiştir. Resûlullah'ın sabah namazının sünnetine çok ayrı bir önem verdiğine dair hadisler bulunmaktadır (bk. Buharî, "Teheccüd", 27; Müslim, "Müsafirîn", 94, 96). Bu ayetlerde geçen tesbih ile genel olarak, "Allah'ı noksanlıklardan tenzih ederek anma" manasının veya farz yahut nafile namazların kastedildiği yorumları yapılmıştır. Ayrıca burada belirtilen vakitlerle ilgili olarak değişik görüşler ortaya konmuş, "her kalktığında" diye çevirdiğimiz ifade için "oturduğun bir mecliste ayağa kalktığında, namaza kalktığında, yatağından kalktığında" gibi açıklamalar yapılmıştır (bk. Taberî, XXVII, 38-40; İbn Atıyye, V, 194). Sûre, –mushaf tertibine göre– "yıldız" anlamına gelen Necm sûresine geçileceğini haber verircesine yıldızlardan söz eden bir cümle ile sona ermektedir.
İLGİLİ HABERLER
>>YASİN SURESİ
>>NAZAR DUASI
>>FETİH SURESİ
>>MERYEM SURESİ
>>VAKIA SURESİ
>>İSMİ AZAM DUASI
>>TAHA SURESİ
>>LEV ENZELNA
>>HAŞR SURESİ
>>FELAK NAS SURELERİ





