Dizleri kanayan bir çocuğa eğilip fısıldanan ilk cümlelerden biridir bu. Henüz mantığın ve olasılık hesaplarının girmediği o masum dünyada, acıyı dindiren, gözyaşını kurutan sihirli bir tılsımdır. O an ne yaranın derinliğinin ne de yara bandının renginin bir önemi vardır; annenin veya babanın sesindeki o sakin ve kendinden emin neva, geleceğin şimdiden daha iyi olacağına dair sarsılmaz bir inanç aşılar. Bu, insan ruhunun en temel ve en şefkatli yalanlarından biridir. Peki, bir çocuğun gözyaşını dindiren bu efsunlu vaat, koskoca bir toplumun yaralarına merhem olabilir mi?

Aslında bu savunma mekanizması sadece büyük kriz anlarına özgü değildir. Gündelik hayatın kendisi, farkına bile varmadığımız küçük, şefkatli yalanlarla örülüdür. Psikologlar, on dakikalık sıradan bir sohbette ortalama üç kez gerçeği esnettiğimizi söylüyor. Hatta daha da ileri giderek, bu yeteneğin bir zafiyet değil, zekâ belirtisi olduğunu, ustaca yalan söyleyebilen çocukların daha gelişmiş zihinlere sahip olduğunu dahi iddia ediyorlar. İşte “Her şey güzel olacak” vaadi, bu kişisel ve içgüdüsel teselli sanatının toplumsal ölçekte sahneye konmuş halidir; ruha anlık bir ferahlama sunan, en kolay ulaşılabilen manevi ağrı kesicidir.

Ancak her ağrı kesici gibi, tesellinin de bir dozu ve bir tehlikesi vardır. Hastalığın kökenine inmeden sadece semptomu bastırmak, bedeni uzun vadede daha savunmasız bırakır. Her şey güzel olacak tesellisi, çoğu zaman geleceğe dair bir öngörüden çok, bugünün acısına katlanmak için fısıldanan bir ninnidir. Ve ninniler, malumdur ki, uyutmak içindir. Uyanık kalması, tehlikeyi görmesi ve mücadele etmesi gereken bir toplumu tatlı bir uyuşukluğa sevk etme riski taşır. Peki bu vaadin büyüsüne kapılan nice kalemin, sözlerinin bedelini demir parmaklıklar ardında ödediği acı bir hakikatin üzerini örten bir teselli midir sadece? Umudun kendisi değil ama umudun bu ucuz ve temelsiz hali, zamanla ruhun en tehlikeli afyonuna dönüşebilir.

Mesele umut etmekten vazgeçmek değildir, asla. Mesele, hangi umuda tutunduğumuzdur. Çocuğun dizindeki yara elbet iyileşir, çünkü bedenin kendini onarma gücü vardır. Fakat toplumların yaraları kendiliğinden iyileşmez; cesaret, akıl, emek ve yüzleşme gerektirir. Ancak unutulmamalıdır ki, toplumların da kendini onaran bir ruhu, enkazın altından bile filiz veren bir yaşam iradesi vardır. Bize gereken, ne olacağını bilmediğimiz bir geleceğe dair körü körüne bir iyimserlik değil, şartlar ne olursa olsun ayakta kalacağımıza ve mücadele edeceğimize dair kararlı bir iradedir.

Zira hakiki umut, yarının pembe bir masal olacağına inanmak değil, bugünün en zifiri karanlığında dahi el yordamıyla doğruyu aramaktan vazgeçmemektir.