Bazen evrenin sessiz toprağına, mukadderatı bilinmeyen tohumlar ekilir. O tohumların içinde saklı potansiyel bir muammadır; kiminden asırlık bir çınar, kiminden bir anlık ateş böceği çiçeği, kiminden ise yeryüzünün henüz tatmadığı bir meyve filizlenir. Bizler, gündelik hayatın gailesi içinde, genellikle toprağa ne ekersek onu biçeceğimize inanırız. Oysa ki yeryüzünde öyle zihinler var ki, onlar o toprağa bir tohumdan fazlasını; bir sorunun kördüğümünü, bir hayalin fezâsını ve bizatihi imkânsızlığın kendisini ekerler. Onlar, sonucunu hesap ettikleri değil, varlığından bile haberdar olmadıkları ihtimalleri hasat edenlerdir.

Bu zihinler, sıradanlığın konforunu terk etmiş insanlardır; hayat satrancının tahtasında piyon ya da vezir olmayı değil, oyunun kuralını yazmayı seçerler. Geleneksel başarı hikâyeleri, tahtadaki son hamleyi, şahı mat edeni alkışlarken, asıl meseleyi gözden kaçırır. Onlar için mesele mat değil; yeni bir oyunun var olabileceğini düşünebilmektir. Bu, parlak bir zafer anlatısından öte, bir zihin arkeolojisidir. Orada başarı değil, dönüşüm kazır toprağı. Bu zihin, kısıtlılığı bir cevhere, her bir başarısızlığı ise hedefe giden yolu aydınlatan birer tecrübe kandiline dönüştüren bir simyager maharetiyle çalışır.

Ayrı sandığımız evrenlerin aslında aynı hakikatin farklı lehçeleri olduğunu göstererek matematiksel diller arası tercüme imkânsızlığını aşan Dennis Gaitsgory’nin dehasında nefes alan ilke budur. Tarihin en derin travmasını kolektif bir şifanın lisanına çevirerek acının sanata dönüştürülemeyeceği imkânsızlığını yıkan Nobel ödüllü Han Kang’ın kalemini hareket ettiren de aynı kuvvettir.

Aynı kudret, zamanı tersine akıtarak doğrusal anlatı imkânsızlığına meydan okuyan Christopher Nolan’ın kamerasında görünür; ya da bedene tek bir çizik atmadan, sadece sesin gücüyle tümörleri yok edip neştersiz ameliyat imkânsızlığını tarihe gömen HistoSonics ekibinin laboratuvarında yankılanır. Yaptıkları her şey, aslında aynı temel prensibin farklı tezahürleridir: İmkânsızlık, henüz deşifre edilmemiş bir sistemdir.

Bu sistemin kodlarını çözenler, gelecekte on yıl sonrasından bugüne bakarak hareket ederler. Yenilgi onlar için bir son değil, hedefe giden yoldaki karanlık arazinin aydınlatılmış bir parçasıdır. Ve en mühimi, kendilerinin bile tanık olamayacağı bir geleceğin toprağına, orada filizlenecek çözümlerin genetik kodunu taşıyan bir "miras tohumu" ekerler. Bu insanlar, gezegenin o dipsiz karanlığından, o büyük bilinmezlikten aldıkları cüreti, yaşadığımız dünyanın aydınlık ve somut gerçeklerine tercüme edenlerdir.

Ektikleri o tuhaf, o tanımsız tohumlar şimdi meyvelerini veriyor: Birinden matematiğin gizli birliği, diğerinden yapay zekâ ile tasarlanmış hayat kurtaran bir protein, bir başkasından ise insanlığın en kadim yaralarını saran bir roman filizlenmiş durumda. Başlangıçta ne çıkacağını bilmediğimiz o karanlık toprak, şimdi insan zihninin ufkunu genişleten bereketli bir bahçeye döndü. Belki de asıl mesele, en büyük başarının ne olduğunu bilmek değil, en imkânsız tohumu toprağa atma cesaretini gösterebilmektir.

Şimdi durup bir bakın avucunuzun içine: Sizin oraya sakladığınız o isimsiz tohum, hangi imkânsızlığın kaderini filizlendirmek için bekliyor?

Belki de, o tohum siz fark etmeden çoktan filizlenmiştir.