Eski zamanlardan beri insan için hep yolcu sıfatı kullanılmıştır. En eski inançlarda  ve bir çok öğretide de  bu sıfat kullanılmaktadır. İnsan bir arayış içindedir ve bu arayış hem iç dünyasında hem de kendisini var eden dış dünyada devam etmektedir.

          İnsanoğlu çıktığı bu yolda evvela kendini tanımak, bilmek sonrasında ise kendisiyle muhatap kılınan canlı cansız tüm varlığı tanımak ve bilmek ister. Daima bir iletişim ve etkileşim içerisinde olarak anlamak ve anlaşılmak için de çaba harcar. Temas ettiği her şeyi kendi lehine çevirebilmek için de kafa yorar. İnsan bu iletişim sürecinde hükmetmek ve mutlu olmak ister. Ancak bu o kadar kolay değildir. Çünkü insan içine yüklenen sorumluluk ile hareket etmediği zaman başka bir canlıya dönüşecek ve başka amaçlar için kendisinden ve  eşyadan uzaklaşacaktır. Bu durumda bir çatışma sürecine girilmiş olacaktır. Peki, ilk önce insan kimle çatışır dersiniz? Elbette  kendisiyle. İşte  insan kendisine sorup da cevaplayamadığı veya cevabını bulduğu hâlde memnun kalmadığı sorularla yaşamaya mecbur kalır. Bu mecburiyet hayatın zorluklarını çığ gibi büyütüp insanın üzerine sürükler. Hayat, huzursuzluk evine döner. Divaneye dönen insan kendisini teselli edecek yollara girer ama yine de istediğini bulamaz. Bulduğu kaderidir, aradığına ise nasip değilmiş, der ve çekilir.

           Çoğu insan önce sağlık ve mutluluk, der. Bunun bir reçetesi olsa nasıl yazılırdı? İçine hangi miktarda ne konulurdu? Kime sorsak belki kararsızlık yaşayacaktır. İnsan bir çelişkinin ve çatışmanın içinde çıkış yolu arayan aciz bir varlık mıdır? İçinde büyüttüğü egosunun dayanma noktası nedir? Bir serçenin yüreği kadar bile dayanamaz duruma düşen yok mudur? Muhakkak ki insan hem güçlü hem de çok zayıf bir varlık. Bu iki zıt noktanın belirlediği çizgide gidip gelen insanın arayışı değil ama başına gelenlerle mücadelesi onun hikâyesini belirliyor. İnsan bu hikâyeye de itiraz edemiyor. Arayış, kabullenişe dönüyor. Susuyor ve içine attıklarıyla baş başa kalıyor.

           Arayışı yeni yollarda sürer inanın. Yollar, insanı davet eder. Hangi insan yolu görünce içinden bir niyet tutmaz ki? Dönüşü olmayan bir yola girmek ister misiniz? Zor sorudur, değil mi? Geriye  bakmadan, hiçbir şeyi düşünmeden, korkmadan, hesap yapmadan  uzaklara, çok uzaklara gitmek istediğiniz olur. İçinizden geçen bu duygulara ortak ararsınız. Sonra da bunun beyhûde olduğunu anlarsınız. Anlamak, sorunu çözmez. Sorunlar hasır altı edilir. İçinizi dökemezsiniz. İçinizde patlamaya  hazır sorunlar çöplüğü büyür de büyür. Bunu bir  yere nakletmek imkânsızdır.

          İnsanın  arayışı biraz da  kaçışa benzer. Çünkü hakikatle yaşamak insanı çepeçevre sarar. İnsanın içindeki kaynayan ateş onu rahat bırakmaz. Ama insan yana yana buna katlanarak yaşamak zorundadır. Zorunda kalmak,  aranılan mutluluğu sağlamaz. Bir başka gerçekte şu ki insanın kendini gerçekleştirme isteği vardır. Zorunda kalan insan, kendisine çizilen sınırların dışına çıkamaz. Bu sınırlar ona dar gelecektir. İster inanç isterse bir geleneğin belirlediği hudut olsun fark etmez. İnsan kabına sığmayan sıvıdır. Ya taşıp dökülecek ya da buhar olup yok olacak. Yok olmayı tercih etmeyeceğine göre taşmak ister insan.

         İnsan bahtının seline kapılıp gider. Başını taştan taşa vurur. Bahtın değişmesi, insana biçilen rolün değişmesi mümkün değildir. İnsan yine de rahat durmaz. Sınırı ihlal eder. Çünkü aradığı, yokluğunu duyduğu ve özlediği şeye ulaşmak ister. Cezayı bilir, zorluğu bilir ama katlanmak zorundadır. Aksi takdirde eli ayağı bağlı durmak gibidir. İnsan kafese kapatılan kuşun mahkûmiyeti misali çırpınır. Yorulur, bitkin ve mecalsiz düşer. Uykuları kaçar. Uyusa acılar, sıkıntılar rüyalarda bulur, kâbus olur. Kim ister kâbusu?

          İnsanın aradığı belki kendisi belki de özlemini duyduğu ve hayatını tamamlayacak olan sevgili. Bu dünya tâlim  yeri yani bilmek, öğrenmek ve anlamak yeridir. Neticeyi almak için değil, ona giden yolları geçmek için arayışımız fâni dünyada bir simyacı gibi sürecektir.