Gazze’de yaşanan insanlık dramı sadece bölgesel bir çatışmanın sonucu değil, aynı zamanda küresel sistemin, özellikle de enerji ve ticaret ilişkilerinin ahlaki zaaflarının bir yansımasıdır. On binlerce sivilin yaşamını yitirdiği, temel insani yaşam hakkının sistematik biçimde ihlal edildiği bu süreçte İsrail'e aktarılan enerji kaynakları ve bu ticaretin yarattığı ekonomik kazançlar ciddi bir etik tartışmayı da beraberinde getirmektedir.

Petrol, modern ekonomiler için stratejik bir meta olabilir; ancak bu metanın üretiminden dağıtımına kadar geçen süreç, değerler sistemini ve uluslararası normları görmezden gelen uygulamalarla örülmüşse sadece ekonomik değil, aynı zamanda ahlaki bir yük oluşturur. Azerbaycan menşeli petrolün Türkiye üzerinden İsrail'e ulaştırılması teknik olarak bir ticaret anlaşması olabilir; fakat bu anlaşmanın fiilî sonucu savaş makinesini besleyen enerji ihtiyacının karşılanmasıdır. Dolayısıyla bu kazanç, uluslararası insancıl hukuk perspektifinden değerlendirildiğinde doğrudan ya da dolaylı olarak insan hakları ihlallerine katkı sağlayan bir ekonomik işbirliği olarak nitelendirilebilir.

Öte yandan bu ticaretten elde edilen gelirlerin iç dinamiklerde nasıl bir kırılganlığa sahip olduğu da açıkça ortadadır. Bir gecede yaşanan meteorolojik bir felaket ya da manipülatif bir sosyal medya paylaşımı milyonlarca liralık ekonomik değerin buharlaşmasına neden olabilmektedir. Keza yerel yönetimlerde tespit edilen yolsuzluk vakaları kamusal kaynakların nasıl sistematik biçimde israf edildiğini göstermektedir. Tüm bu örnekler, tartışmalı dış ticaret ilişkileriyle elde edilen ekonomik faydanın gerek doğal gerekse kurumsal zafiyetler nedeniyle sürdürülebilir bir refaha dönüşemediğini gözler önüne sermektedir.

Bu noktada şu temel soru sorulmalıdır: Başkalarının felaketi üzerinden sağlanan geçici ekonomik kazanç uzun vadede hem toplumsal hem de manevi bir maliyete dönüşüyorsa, bu süreç ne kadar meşru kabul edilebilir?

Türkiye’nin karar vericileri, yalnızca ekonomik göstergelerle değil, aynı zamanda etik, vicdani ve hukuki sorumluluklarla da hareket etmek zorundadır. Zira bir ülkenin gerçek gücü yalnızca askeri ve ekonomik kapasitesiyle değil, aynı zamanda insan haklarına, adalete ve ahlaki değerlere olan bağlılığıyla ölçülür.

Unutulmamalıdır ki tarih, sadece kimlerin ne kadar kazandığını değil, aynı zamanda kimlerin sessiz kaldığını da kaydeder. Bugün kazanılanlar yarın unutulabilir; ancak zulme ortak olunarak kaybedilenler, hem bireysel vicdanlarda hem de toplumsal hafızada kalıcı bir iz bırakacaktır.