0
Toplumumuzun "Birlik ve beraberlik" içinde olması gereği istisnasız herkesin hemfikir olduğu yegane konudur da bunun nasıl sağlanacağı pek açık değildir. "Açık değil" derken diyalog, uzlaşma kültürü vs. türünden laf ve nutuk bolluğunu değil, gündelik hayatımıza hemen uygulayıp sonuç alacağımız somut davranışsal yaşam pratiğini kast ediyorum. Yoksa elbette muhtaç olduğumuz birlik ve beraberliğin uzlaşma kültürü, hoşgörü, demokrasi gibi değerlere sahip çıkmakla mümkün olacağına dair sayısız kitap, makale, söyleşi ve nutuk mevcuttur. Ama bütün bunlar bir türlü zihnimize ve kalbimize giripte oradan davranışlarımıza nüfuz edecek bir yol bulamıyor.
"Birlik ve beraberlik" temalı konuşma ve yazılar genel ve kuşatıcı söylemlerden oluşur. Örneğin şöyle bir cümleyi ele alalım "Ulus olarak çok zor zamanlardan geçtiğimiz bu günlerde herşeyden çok ihtiyacımız olan şey, farklılık ve düşmanlıklarımızı bir yana bırakıp toplumsal uzlaşıyı sağlamaktır." Bu cümlenin bize söylediği dil, din, mezhep vs. farklılıklardan kaynaklanan düşmanlıklarımızı bir yana bırakıp ortaklıklarımızda birleşmeye çalışmaktır. Ancak bu söylem son derece geneldir ve seslendiği yer toplumdur. Oysa bizim çatışmalarımızın alanı neredeyse tamamen bireyseldir.
Çatışmalarımızı düşünelim, hergün karşılaştığımız bir türlü kaçınamadığımız gerginlikleri. Mesela, sabah evden çıkıp işe yetişme telaşı, trafikte yaşadığımız en basit ağız dalaşlarından sonu ölümle bitebilen gerginlik ve kavgalara kadar, işyerinde yaşanan rekabet, mobing, çekememezlik, babalarımızla ve evlatlarımızla yaşadığımız kuşak çatışmaları... Her bireyin çatışmalar çetelesi sonu gelmeyecek bir listeye dönüşecektir. Bu bireysel çatışmalarımızla baş etmenin ya da bunları tolere etmenin bir yolunu bulamazsak toplumsal uzlaşı vb. türünden söylemlerin tamamı havada kalacaktır.
Konuya ilişkin sosyolojik çözümlemeler de çare olmayacaktır. Çünkü bu tahliller sorunu tarihsel ve ekonomik boyutlarıyla ilişkilendirip yukarıdan panoramik bir bakış sunmaktan öteye geçemeyecektir. Stadyumlarda futbol maçları sonrasında yaşanan kavgaları düşünün. Niçin birey tuttuğu takım için komşusuyla çatışmaya girer? Sosyoloji disiplini bunu mensup olunan kimlikler üzerinden açıklamaya çalışır. Ancak bu tür analizlerin tamamı problemin oldukça çetrefil, çözümünün ise uzun erimli olduğunu söylemekten başka bir şey yapamaz. Ama hastaya eskilerin tabiriyle tabib-i hazık gerek.
Benim önereceğim şey oldukça basit ve yeni bir icat da değil. Kültür hamurumuzun mayasında olan bir unsur: "Mizah". Yüzyıllar boyu farklılıkları elinden geldiğince çatışmaya değil de gülünçlüğe dönüştüren, gerginlikleri karikatürize ederek hazmettiren Nasrettin Hocalardan, Bektaşi Dervişinden, Temelden, Dursundan bahsediyorum. Evet, icabında evine giripte çalacak eşya bulamayan hırsızdan özür dileyen Nasrettin Hocadan, oğluna "Bu iş inada bindi sen eve git" deyip teravih namazı kılan Bektaşiden bahsediyorum.
Bir zamanlar çok güçlü olan mizah duygumuzu kaybetmesek bile galiba çelimsiz bıraktık. Mizah, birbirimizin dürtülerine, değerlerine, ön yargılarına tahammül edebilmemizi sağlayan, çatışmadan çözen mekanizmadır. Aynı zamanda bütün bu dönüşümleri yaparken zihni olgunlaştırıp kavrama yeteneğini de geliştiren mucize ilaçtır. Unutmayalım, "Mizah zekanın zekatıdır."