Pazarın o kendine has, o uhrevi sükûneti ruhlarımızı usulca okşarken, gündelik hayatın o sağır edici, o boğucu hengamesinden bir an olsun sıyrılıp, insanın o en yalın, o en karmaşık özüne, toplumun o binbir katmanlı, o girift dokusuna ve vicdanlarımızın en derin kıvrımlarına nakşolmuş o kadim, o sarsılmaz değerlere şöyle bir gönül gözüyle, bir iç muhasebesiyle bakabilme cesaretini kaçımız gösterebiliyoruz, ey can okur? Zira dört bir yanımızı bir örümcek ağı misali kuşatan şu amansız siyasi ve içtimai kasırgalar, kemiklerimize dek işleyen şu özellikle Ortadoğu ve Afrika’daki kahredici iktisadi darboğazlar ve medeniyet dediğimiz o narin, o kırılgan yapının her bir zerresine nüfuz eden o kaçınılmaz, bazen de yürek yakan kültürel dönüşümler, hepimizin o en taze, o en masum umut filizlerini, o en kuytu, o en karanlık korku gölgelerini ve birbirimize uzattığımız o titrek, o vefalı elleri, o can yoldaşı, o hayat memat meselesi dayanışma köprülerini yeniden ve yeniden biçimlendiriyor, bir başka imtihanla sınıyor, değil mi?

İşte tam da bu varoluşsal kesişme noktasında, bir kalemin, bir ömrün imbikten süzercesine damıttığı o acı tatlı, o derslerle dolu tanıklıklar; o devasa, o köklü altüst oluşlar, o ciğerleri dağlayan, nefesleri kesen baskı dönemleri ve hafızalardan asla silinmeyecek o soylu, o vakur, o destansı toplumsal direniş kıvılcımları; bugünün o puslu, o önünü göstermeyen, o tekinsiz labirentinde yolumuzu aydınlatan birer şaşmaz kutup yıldızına, birer güvenilir pusulaya dönüşüveriyor. Kimi zaman, şafak sancaktarı, Adnan Menderes’in trajik sonu gibi kapanmamış hesaplar, demir yürekli liberal, Turgut Özal döneminin getirdiği köklü değişimlerin ve beraberinde taşıdığı toplumsal gerilimlerin uzun vadeli, bazen sinsi yansımaları, ya da birlik sancaktarı, Muhsin Yazıcıoğlu’nun şaibelerle dolu, bir türlü aydınlatılamayan vefatı gibi olayların toplum vicdanında açtığı o derin, o kanayan yaralar, devlete ve adalet mekanizmalarına dair zaman zaman sınanan güveni daha da sarsarak, bugünün o kırılgan toplumsal fay hatlarını daha da bir belirginleştiriyor olabilir mi? Mevcut güven iklimi, ne yazık ki, bazen en beklenmedik dehlizlerde, en akıl almaz şekillerde, adeta bir volkan gibi patlak verebiliyor.

Tıpkı o kahreden haberde olduğu gibi… Henüz Mart ayının on ikinci günü yaşanan o talihsiz trafik kazası sonrası başlayan bir tartışma, nasıl oldu da Mayıs ayının on üçüncü gününde bir canın yitip gitmesine, on dördünde ise bir şifa elinin kelepçelenmesine vardı? Maltepe’den gelen o haber, bir doktorun, bir taksi şoförünü yumruk darbeleriyle hayattan kopardığı iddiası, sadece bir adli vaka olarak geçiştirilemeyecek kadar derin, katmanlı ve ürkütücü anlamlar taşıyor. Bu elim olay, bir anlık öfke patlamasının çok ötesinde, toplum olarak nereye sürüklendiğimize, bireysel ve kolektif ruh sağlığımızın ne denli büyük bir tehdit ve çürüme altında olduğuna dair acı bir feryat, bir imdat çığlığı niteliğinde. Hayat kurtarmaya yemin etmiş bir elin, nasıl olup da hayat alan bir silaha dönüşebildiğini sorgulamak, vicdan sahibi her bireyin boynunun borcudur. Bu, sadece bireysel bir çöküş müdür, yoksa toplum olarak iliklerimize kadar işleyen, adeta bir veba gibi yayılan bir şiddet sarmalının, bir birikmiş çaresizliğin, bir tükenmişlik ve cinnet halinin mi acımasız bir tezahürüdür? Bir can bir dünyadır derler, peki o canı alan elin içindeki dünya ne alemdeydi?

Şifa dağıtması beklenen bir mesleğin mensubunun böylesi bir şiddet eylemine karışması, omuzlarındaki yükün akıl almaz ağırlığını ve ruhundaki o görünmez, o kahredici fırtınaları da apaçık gözler önüne seriyor. Türkiye'de hekimler, ne yazık ki, kelimenin tam anlamıyla bir ateş çemberinin ortasında, adeta bir sinir harbi içinde görev yapmaya çalışıyor. Sağlık çalışanlarının bir çoğunluğunun meslek hayatları boyunca şiddete maruz kalması, hasta yakınlarından kaynaklanan o bitmek bilmeyen saldırılar, insanlık dışı çalışma koşulları, iliklerine kadar işleyen o derin değersizleştirilme hissi ve yaygın tükenmişlik sendromu gibi kahredici faktörler, bu kutsal mesleği icra edenlerin ruh sağlığını geri dönülmez bir şekilde tehdit ediyor. Metropol olmayan bir şehirden örnek vermek gerekirse, Bingöl'de 2021 yılında 119 doktor üzerinde yapılan bir araştırmada doktorlarda duygusal tükenme oranının yüzde yirmi üç buçuk, duyarsızlaşma oranının ise yüzde on bir virgül sekiz olarak saptanması, bazı çalışmalarda ise tükenmişliğin en az bir alt boyutunun görülme sıklığının yüzde yetmişleri, hatta dehşet verici bir şekilde yüzde doksanları bulabildiğinin raporlanması, durumun vahametini değil, adeta bir sosyal alarmın çaldığını gösteriyor. Böylesi bir psikolojik baskı altındaki bir hekimin, hastalara ne denli sağlıklı, ne denli müşfik bir bakım sunabileceği sorusu, hepimizin vicdanını bir mengene gibi sıkmalı, uykularımızı kaçırmalı.

Peki, bu girdaptan çıkış için hangi pusulaya sığınmalı? Çözüm, sadece bireyleri yaftalamakta ya da anlık, göstermelik tepkiler vermekte değil, sorunun o en derindeki, o en kangren olmuş kökenine cesaretle inmekte yatıyor. Acaba, tıpkı emniyet teşkilatında olduğu gibi, hekimler için de daha sıkı, düzenli ve zorunlu psikolojik sağlık taramaları artık bir lüks değil, bir hayati gereklilik midir? Emniyet mensuplarının taşıdıkları silahların ve icra ettikleri zorlu görevlerin doğası gereği maruz kaldıkları o yoğun stres ve travmalar göz önüne alındığında, onlara yönelik uygulandığı belirtilen psikolojik izlem ve değerlendirme envanterleri, benzer bir modelin, belki de daha hassas ve destekleyici bir versiyonunun sağlık çalışanları için de acilen düşünülmesini gündeme getirebilir. Elbette, bu tür taramaların, o her zaman var olan damgalanma korkusu yaratmadan, tam bir güven ve mahremiyet esasına dayalı, cezalandırıcı değil destekleyici ve önleyici bir yaklaşımla uygulanması kritik, hayati bir önem taşıyor. Sağlık Bakanlığı’nın ve Tabip Odalarının bu konudaki mevcut yaklaşımları, mevzuatları, belki de bu yeni ve acil durum ışığında, daha radikal ve daha insancıl bir perspektifle yeniden, etraflıca değerlendirilmeli. Psikolojik danışmanlık ve rehberlik hizmetlerinin yaygınlaştırılması, mesleki standartların ve etik ilkelerin tavizsiz bir şekilde güçlendirilmesi de atılacak o en zaruri, o en acil adımlar arasında olmalı.

Son tahlilde, Maltepe’deki o kahreden yumrukların sesi, sadece bir bireyin değil, bütün bir toplumun vicdanında, ruhunda yankılanan bir alarm zilidir, bir uyarı çanıdır. Toplumsal şiddetin ve adalete olan inancın o derin sarsıntısının panzehiri, yine toplumun kendi vicdanında, kendi adalet arayışında, empati ve hoşgörü kültürünü bir yaşam biçimi olarak yeniden yeşertmesinde ve en önemlisi, birbirine uzatacağı o şefkatli, o anlayışlı, o destekleyici ve kuşatıcı elde gizlidir. Umut, en karanlık, en boğucu anlarda bile, sorgulayan, sorumluluk alan, çözüm arayan ve sevmekten, inanmaktan vazgeçmeyen vicdanlarda her şeye rağmen, inadına yeşermeye devam edecektir. Unutanın kalemi kalemi kırılsın!