Konusu edebiyat olan bir söyleşiyi bitiriyorsunuz. Gelenek olduğu üzere dinleyicilerden sorusu olan var mı diyerek dinleyicilerin yorgun gözlerine doğru yöneliyorsunuz. İçinizde pek umut olmasa da soru için kalkacak bir el var mı diyerek salonu süzüyorsunuz. Genelde programlarda pek soru gelmediği için bu umutsuzluk havası sanki saatlerce sürüyor. Bir anda salonda bir el kalkıyor havaya. Bir sorunun olması bile mutlu ediyor sizi. Çünkü soru sorulması iyidir. Hem ortam canlanır soru ile hem de dinleyiciler ile bir muhabbet ortamı oluşur. Beklenen soru geliyor bir anda:
"Şiir yazıyorum, nasıl kitap çıkarabilirim?"
Söyleşide anlatılan her şey bir anda uzay boşluğuna doğru sürükleniyor. Söylenen bütün sözler, kulağı çınlatılan bütün isimler boşlukta sallanıp duruyor.
Her ne kadar okumaktan, araştırmaktan, dolmaktan, taşmaktan, bilerek yola çıkmaktan bahsetseniz de ikinci, üçüncü, dördüncü sorular da aynı çizgide devam ediyor. Hatta "Ben de şairim." diyerek soruya başlayanlar bile çıkıyor.
Elbette bomba soru sona saklanıyor:
"Kitap çıkarınca yayınevi bana kaç lira telif verir?" sorusunu soran kişi ile birlikte göğe salıp bütün dizeleri salondan yorgun omuzların ağırlığı ile çıkıyorsunuz.
Bu anlattığım bir ütopya değil. Böyle bir sohbet ortamı gençlerle çeşitli mekanlarda buluşan edebiyat adamlarının yaşadıkları ve iyice olağanlaşan durumlar arasına girdi.
Gönülden geçen; söz alan gençlerin sorularının şu şekilde olmasıdır:
-Hangi şairleri okumalıyım?
-Hangi dergileri takip etmeliyim?
-Okumaya II. Yeni şairlerinden başlamak mı daha isabetli olur yoksa Cumhuriyet dönemi şiirimizi mi temel almalıyım?
-Günümüz şiirinin yaşadığı çıkmazların sosyal medyanın üzerimizde kurduğu hakimiyet ile bir ilgisi var mı?
Çok mu hayal mahsulü oldu bu sorular? Bir konuşmacının keyifle cevaplayacağı bu ve buna benzer sorular olur genelde ama bu tarz sorularla karşılaşma şansımız ne yazık ki çok az.
Bireysel bir hayatımız oldu. Herkesin merkezinde ilk önce kendisi var. Bütün başlangıçlar ve bitişler kendisinden olsun istiyor artık büyük çoğunluk. "Hangi dergiyi okuyayım?"dan öte "Dergiye şiir gönderirsem telif alır mıyım?" seviyesine geldi ben merkeziyetçi yaklaşım.
Yapılan tüm telkinleri, yol gösterici araçları kulak ardı etmenin yanında böyle girizgahlara gönül rahatlığı ile boş söz demeyi de ihmal etmiyor zamane insanı.
Herkesin gizli ya da açık şair olması gibi bir durum var memleketimizde. Havasından mıdır suyundan mıdır yoksa tarihin derinliklerinden gelen şiirsel efsanevî duruştan mıdır bilinmez ama şair cenneti olmaya devam edecek görünüyor bu mümbit topraklar.
Bir derginin bile sayfasını çevirmeden, Necip Fazıl'ın Çile'si ile tanışmadan, Yahya Kemal'le İstanbul sokaklarını adımlamadan, Bir bayrağın gölgesinde Arif Nihat'a selam göndermeden, Esenlik Bildirisi'ni hava durumu ile karıştırmadan, ruhunu Sezai Karakoç ile her daim dirilişe bilemeden yastık altındaki şiirlerini koltuğunun altına alarak bol telifli yayınevi arayanların da yolu açık olsun.
Şiir kitabı çıkarmayı düşünen bir gence sormuştum Sezai Karakoç'tan hangi şiirleri okuduğunu. "Mihriban'ın şiirini de türküsünü de severim hocam." demişti şiir sevdalısı genç. Onun da şiir yolculuğunda yolu açık olsun.