İnsanlığın, sosyal alanlar vasıtasıyla savaşların ve katliamların en küçük ayrıntılarına dahi tanık olduğu fakat soykırımcı devletlere yaptırım uygulanması gerekirken alkışlandığı bir dönemden geçiyoruz. Bölgesel ve küresel olarak ekonomik, sosyolojik yıkımların yaşandığı, toplumların kargaşa ve kaosa sürüklendiği çatışmaların çok boyutlu olarak etkilediği ülkelerde yaşanan istikrarsızlık süreç ve sebeplerini Doç. Dr. Merve Suna Özel Özcan’la konuştuk.

Çatışmalar derin izler bırakıyor

Son zamanlarda sosyal platformlardan televizyon ekranlarına kadar her mecrada üçüncü dünya savaşının her an çıkabileceği konuşuluyor. Küresel bir çatışmanın eşiğinde miyiz?

Günümüzde çatışmaların hızla arttığı ve insanlığın kritik bir eşiğe doğru evrildiği bir dönemden geçiyoruz. Gazze’den Sudan’a, Rusya–Ukrayna savaşından Kızıldeniz hattına kadar genişleyen krizler, küresel çatışma dinamiklerinin artık yayılım halinde olduğunu gösteriyor. Ne yazık ki bu yayılım, doğrudan sivillerin hedef alındığı, uluslararası hukuk normlarının sistematik biçimde ihlal edildiği bir alan yaratıyor. Her bir çatışma bölgesinin giderek yayılma eğilimi göstermesi, hukuki boşlukların görünürleşmesine ve sivillerin korunmasız kalmasına yol açıyor. Bu noktada çatışmaların çok büyük bir etkisi olduğunu unutmamak gerekiyor. Toplumsal bağlamda hepimizin üzerinde derin ve sarsıcı bir etki oluştuğunu düşünüyorum. İnsanlar adeta şok ve çaresizlik içinde kalıyor. Çünkü bu kadar büyük çatışma alanlarını izlerken hiçbir şey yapamama hissine kapılıyorsunuz.

Gazze’de yaşanan soykırımın boyutu dünyada müthiş bir tepki uyandırdı fakat şu an sözde ateşkese rağmen İsrail Gazze’yi bombalamayı sürdürüyor. Buna rağmen Gazze gündemden düştü. İnsanlık kötülüğü kanıksadı mı?

Bu durum aslında sadece bugüne özgü değil. 1990’larda Bosna’da yaşananları hatırlamamız gerekiyor. Benzer süreçleri yaşadık ve bu dönemlere bakarken en büyük endişelerimden biri, insanların maalesef bu durumu kanıksamaya başlamasıdır. Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi, “Unutulan soykırımlar tekrarlanır.” Ekran üzerinden izlediğimiz bütün bu sahnelerin tekrar tekrar yaşanmasının en önemli nedenlerinden biri de budur. Üzerimizde oluşan bu duygusal, psikolojik ve kırılgan durumlar, uluslararası alanda sosyal mecralar ve diğer iletişim alanları üzerinden savaşın bir “rutine” dönüştürülmesine de zemin hazırlıyor.

Psikolojik savaş yönetiliyor

Peki bu durum karşısında ne yapmamız gerekiyor?

Öncelikle yürütülen bir psikolojik savaş olduğunu görmemiz gerek. Dolayısıyla buna göre kendimizi yeniden konumlandırmalıyız. Krizlerle birlikte enerji alanında da çok büyük sorunların karşımıza çıktığını görüyoruz. Enerji dediğimizde karşımıza çıkan tablo aslında geniş bir ekosistemden oluşuyor. Orta Doğu’daki savaşların ekonomilere ve enerji güvenliğine doğrudan etkisi olduğunu unutmamalıyız. Çünkü dünya petrol ve doğalgaz rezervlerinin üçte birinden fazlası bu bölgede bulunuyor. Dolayısıyla küresel enerjinin merkezini bu coğrafya olarak görmek gerekir. Bu bağlamda belirsizlik, enflasyon ve ekonomik yavaşlama gibi pek çok dinamik ortaya çıkıyor.

Enerjinin yanında mutlaka eklememiz gereken bir diğer başlık ise koridorlar ve güzergâhlar… Çoğunlukla kriz noktaları da bu bölgeler oluyor. Bu istikrarsızlık ülkelere ne şekilde yansıyor?

Buna ilk aşamada Kızıldeniz–Yemen gerilimini örnek verebiliriz. Bu kriz, küresel ticaret yollarının kesintiye uğramasına neden oluyor. Bu bölgelerde yaşanan istikrarsızlık, doğrudan enerji piyasalarına yansıyor. Enerji geçişi süreçlerinde de benzer kırılganlıkların ortaya çıktığını görüyoruz. Avrupa’ya odaklanırken bir noktayı özellikle vurgulamak gerekiyor. Rusya–Ukrayna savaşı başladığından bu yana Avrupalı aktörler Rusya’dan enerji bağımlılığını azaltacaklarını ilan ettiler. Ancak yaptırımların ardından ortaya çıkan tablo hem güzergâhların hem de enerji akışının yeniden şekillenmesine yol açtı. Bu süreçte Türkiye’nin kritik rolü daha görünür hâle geldi.

Türkiye kritik bir aktör

Bu noktada Türkiye krizleri yönetme ve çözme konusunda bölgenin yükselen gücü diyebilir miyiz?

Bugün Türkiye, NATO üyesi olup Rusya ile iş birliğini sürdürebilen; yaptırım çerçevesi içinde Rusya’yı tamamen dışlamayan nadir aktörlerden biridir. Bu konum, Türkiye’ye önemli bir stratejik esneklik kazandırıyor. Bunun yanı sıra, Rusya–Ukrayna geriliminin yanında Kızıldeniz’deki krizleri bertaraf edebilecek alternatif bir güzergâh oluşturma kapasitesine de sahip olduğumuzu görüyoruz. Bu noktada Türkiye’nin ön plana çıkan en temel özelliği gerek Körfez enerjisini gerek Rusya’nın enerjisini sisteme dahil edebilecek çözüm üretici bir merkez hâline gelmesidir. Türkiye, kıtaları birbirine bağlayan, enerji güvenliğini sağlayan ve bunu milli bir güvenlik meselesi hâline getirebilecek en kritik aktörlerden biridir.

BAAS rejiminin 61 yıl süren bir sürecin sona ermesiyle birlikte, Suriyeliler özgürlüğüne kavuştu. 8 aralıkta 1. yılını dolduran devrimin kutlandığı devrimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir yıllık süreci değerlendirirken son derece dikkatli olunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü karşımızda istikrar sağlamaya çalışan, sistemde kendisine yeniden yer edinmeye çalışan bir Suriye gerçeği var. Bunu söylememdeki temel neden, sadece bir yıl içinde ortaya çıkan bu büyük değişimdir. Türkiye’nin bu süreçteki etkisi de son derece belirleyici oldu. Türkiye, Suriye’nin uluslararası alanda istikrar sağlaması ve meşru bir aktör olarak yerini alması konusunda kritik bir rol oynadı. Yaptırımların kaldırılması, Suriye’nin ABD ve Avrupa Birliği’nden destek almaya başlaması, ekonominin yeniden yapılandırılmasına imkân sağladı.

İsrail ve SDG'ye dikkat

Suriye’de istikrar veya istikrarsızlık sınır komşusu Türkiye’yi nasıl etkiler?

Suriye’nin yeniden yapılanma süreci siyasi, iktisadi ve toplumsal boyutlarıyla ele alınsa da işin bir de askeri boyutu bulunuyor. Bu askeri boyut, bölgedeki istikrarın sağlanması konusunda hâlâ bazı endişelerin var olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla Suriye’nin geleceğine dair değerlendirmeleri yaparken tüm bu çok katmanlı süreci birlikte okumak gerekir. Ancak süreç henüz tamamlanmadı zira İsrail istikrarlı bir Orta Doğu ve istikrarlı bir Suriye istemeyen İsrail var. Ayrıca SDG’nin de 10 Mart Mutabakatı’na uymaması ve yıl sonuna günler kala bu sorunun hâlâ devam etmesi, konunun artık bölgesel bir güvenlik meselesi hâline geldiğini gösteriyor.

948 hakim ve savcının görev yeri değişti
948 hakim ve savcının görev yeri değişti
İçeriği Görüntüle

İki yıldır Gazze’de soykırım yapan İsrail’e yaptırım uygulanmaması hatta başta ABD olmak üzere birçok ülke tarafından desteklenmesi küresel sistemin işine mi geliyor?

Günümüzde küresel sistem, Soğuk Savaş sonrasının en sert bloklaşma, güç mücadelesi ve dijital kutuplaşma dönemini yaşıyor. Çünkü bir bölgede başlayan savaş, başka bir güç tarafından “stratejik fırsat” olarak okunuyor. Bugün dünyada herhangi bir bölgesel savaş, çok kısa sürede çok aktörlü ve çok coğrafyalı bir jeopolitik krize dönüşebiliyor. Küresel sistem, “kontrol edilen rekabet” döneminden “kontrolsüz kırılganlık” sürecine girdi. Bu kırılganlık, hem devletler arasındaki güç mücadelelerini sertleştirmekte hem de çatışmaların yayılma riskini dramatik biçimde artırmaktadır.

Göç ülkelerin pazarlık unsuru

Sistemde karşımıza çıkan en önemli gerçeklerden biri de göç meselesi. Özellikle Suriye iç savaşı başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’da birçok ülkenin göç almasına sebep oldu. Bu da toplumları etkiledi. Bu süreçleri nasıl okumalıyız?

Göç, tarihsel olarak toplumların dokusunu ve yapısal dönüşümünü belirleyen en kritik olgulardan biridir. Ancak göç yalnızca toplumsal bir durum değil; aynı zamanda sistemsel bir olgu. Geçmişten gelen tarihsel tecrübeler ve kültürel kodlar, bugün Avrupa’daki kültür tartışmalarını ve göç konusunun ele alınış biçimini doğrudan şekillendiriyor. Dolayısıyla göç, hem toplumların iç yapısını hem de uluslararası sistemin siyasal kutuplaşmalarını belirleyen çok katmanlı bir olgu olarak karşımızda duruyor. Bugün göç, ülkelerin dış politikalarında pazarlık unsuru hâline geliyor; sınır güvenliği, ulusal güvenlik stratejileri ve bölgesel istikrar tartışmalarının merkezine yerleşiyor.

Dünyanın farklı bölgelerinde süren savaş ve çatışmaların sosyal medyada kasıtlı olarak farklı biçimde yansıtıldığını, manipüle edildiğini görüyoruz. Bu bağlamda siber dünyayı yeni savaş alanı olarak nitelendirebilir miyiz?

Artık karşımızda “beşinci savaş alanı” dediğimiz yeni bir alan var: siber alan. Dolayısıyla bir aktörün elini güçlendiren ya da tam tersine güçsüzleştiren en kritik unsurlardan biri, algoritmalarla yönetilen bu yeni savaş biçimi. Siber alan, günümüz küresel sisteminde konvansiyonel saldırıların yıkıcılığına eşdeğer etki yaratabilecek bir kapasiteye ulaştı. NATO’nun kara, hava, deniz ve uzaya ek olarak siber alanı beşinci operasyon alanı olarak tanımlaması bu açıdan son derece dikkat çekici.

Kodlar ve algoritmalar savaşı

Sosyal medya toplumlar üzerinde en çok kullanılan en etkili silah, öyle değil mi?

Sadece sosyal medya bağlamında değil, toplumların sosyal medya üzerinden hissizleştirilmeye çalışıldığı, sosyal dokularının bozulmaya çalışıldığı durumlarla da karşı karşıyayız. Bu da savaşın giderek bir psikolojik harekât alanına dönüştüğünü gösteriyor. Algı operasyonları, psikolojik-dijital savaşlar, deepfake videolar, sosyal medya saldırıları, manipülasyon teknikleri gibi pek çok alt başlık bu yeni güvenlik alanının parçası hâline geldi. Bugün savaşları anlamak için tanklara ve tüfeklere değil, kodlara ve algoritmalara bakmamız gerekiyor.

Kaynak: Ankara Temsilcisi/ Özlem Doğan