Gök kubbeyi seyrederken fark ettim ki, bazı gök cisimleri kendi yörüngelerinde sessiz bir nizam içinde salınırken, kimilerimiz ise uzayın derinliğinde yönsüz kalmış bir toz zerresi misali savrulur. İnsanlar da böyledir. Yıllar süren gözlemlerimden sonra anladım ki, kimileri etraflarında görünmez bir çekim alanı oluşturuyor; duruşları, sükûtları ve kendilerine has ağırlıklarıyla insanları kendilerine doğru usulca çekiyorlar. Kimilerimiz ise başkalarının yörüngesine girebilmek için çırpınıyor, gürültü çıkarıyor, kendimizi sürekli izah etme telaşıyla kendi ağırlığımızı yitiriyoruz. Günümüzün gürültü imparatorluğunda, asıl cazibenin bağırmakta değil, susmakta gizli olduğunu hatırlatacak kimse kalmamış gibi.

Çekim merkezi olan o insanların, belki kendilerinin bile adını koyamadığı, kaybolmuş bazı sanatları icra ettiğini gördüm. Onlar, bir fikre katılmadıklarında bunu sükûnetle belirtir, fakat ardından kendilerini haklı çıkarmak için uzun ve beyhude izahların labirentine dalmazlar. Zira inançları, izaha muhtaç olmayacak kadar derindir. Bu kendinden emin sessizlik, karşı tarafta bir anlık şaşkınlık yaratsa da zamanla gizli bir hayranlığa dönüşür. Kendini ispat etme ihtiyacı duymayan bir ruhun karşısında, en Cengâver kelimeler bile sükût eder.

Bu insanlar, kusurlarını başkaları keşfetmeden önce bir zırh gibi kuşanmayı bilirler. Zaaflarını sükûnetle masaya koyarak, onları aleyhlerine kullanılabilecek bir silaha dönüşmekten çıkarırlar. Çünkü kendi kusurunu ilk dile getiren, başkalarının onu bir silah gibi kullanma ihtimalini ortadan kaldırır. Zira mükemmellik iddiası kırılgandır, oysa kendi noksanını bilenin duruşu, kendi yörüngesinden şaşmayan bir gezegen gibi sarsılmazdır. Bu, muhatabın elindeki tüm kozları alan, onu silahsız bırakan ve araya suni mesafeler değil, samimi köprüler kuran bilgece bir hamledir.

Konuşmalarında bıraktıkları o derin es'ler, muhataplarını telaşlı bir gevezelikten kurtarıp düşüncenin dingin sularına davet eder. Bizler sessizlikten korkup her boşluğu söz tortularıyla doldurmaya çalışırken, onlar sükûtun demlenmesine izin verirler. O kısa sessizlik anında, sözlerinin ağırlığı artar, manası derinleşir. Kelimeleri birer mücevher gibi, ancak en kıymetli oldukları anda ortaya çıkarırlar. Bu yüzden onların nadiren söyledikleri, başkalarının saatlerce anlattığından daha fazla iz bırakır.

Ve belki de en incelikli sanatları, bir sohbeti en keyifli anında, o anın safiyetine hürmet ederek sonlandırabilmeleridir. Çoğumuz, güzel bir anı sündürerek onun büyüsünü bozarken, onlar tadı damakta kalan bir his bırakarak veda etmeyi seçerler. Bu, karşı tarafta bitmemiş bir cümlenin, doyulmamış bir lezzetin hasretini bırakır. Onlar, bir kitabın en heyecanlı yerinde biten bölümü gibidir; daima zihinde okunmamış bir sayfa bırakırlar.

Bu hasletler, bize öğretilen sosyal nezaket kurallarının tam zıddı gibi görünebilir: uzlaşmacı ol, kendini açıkla, her an ulaşılabilir ol. Fakat insan ruhu, mantıkla değil, kalbin derin ve gizemli sularında seyreder. Cazibe, her şeyiyle ortada olandan ziyade, keşfedilmeyi bekleyen o sır perdesinin ardında gizlidir. Herkesin kendini hoyratça sergilediği bir çağda, biraz gizem, biraz istiğna, biraz da vakar sahibi olmak, insanı etrafındaki gürültüden ayrıştırıp kendi merkezine yerleştirir.

Belki de bütün mesele, hayatı boyunca başkalarının ışığını yansıtan kusursuz bir ayna olmaya çabalamak yerine, kendi kandilinin mütevazı ama sahici alevini himaye etmeyi öğrenmektir. Çünkü o alevin asıl vazifesi başkalarını kendine çekmek değil, sahibine en zifiri karanlıkta bile bir adım atacak kadar ışık ve cesaret vermektir. Asıl mucize, etrafına topladığı pervaneler değil, o ışığın sahibinin kendi yolunu görmesini sağlamasıdır.