Eski seyyahların kullandığı parşömen haritalar gibiydi zihinlerimiz; üzerinde nehirlerin, dağların ve aşılmaz sanılan çöllerin yeri ezberlenmiş, her patikası nesiller boyu aynı tecrübeyle adımlanmış güvenli bir zihin atlası. O haritalara bakarak yönümüzü bulur, tehlikelerden sakınır ve varacağımız menzili tahmin ederdik. Derin bir uzmanlık, sabırlı bir istikrar ile öngörülebilir bir gelecek vaadi, bu atlasın en kıymetli hazinesiydi. Fakat bir sabah uyandık ve sanki gökyüzündeki kadim yıldızların yerini değiştiren görünmez bir el, bize güvendiğimiz haritaların hükümsüz, ezberlediğimiz yolların ise birer vehim olduğunu fısıldıyordu. Camdan ve kumdan doğan o yeni akıl, sadece bildiğimiz meslekleri değil, düşünme biçimlerimizin coğrafyasını, değer ürettiğimiz o bereketli vadileri de temelinden sarsıyor. Bizi buraya getiren zihin atlasları, ulaşmak istediğimiz geleceğin kıyılarına götürmeye yetmeyecek.
Her neslin omuzlarındaki en ağır ve en asil yük, bir sonrakine hangi irfanı miras bırakacağını sorguladığı o anlarda ortaya çıkar. Bugün bu kadim imtihan, Milli Eğitim’in ‘Geleceğin Eğitimi’ başlığıyla açtığı tartışma zemininde, bir memleket meselesi olarak hepimizin önündedir. Çocuklarımızın avuçlarına tutuşturacağımız hayat haritasının mürekkebi kururken, eski yolların artık bir menzile çıkmadığını gördüğümüzde, cevaplar bildik kitaplarda yazılı olmaktan çıkar. Bu durum, bizi o güvenli cevapların ötesine, kendi cevaplarımızı bulacağımız o meçhul sulara bakmaya zorlar.
Artık muvaffakiyetin tanımı, tek bir ilimde dikey bir derinlik değil, yüz farklı vadiden birer avuç toprak alıp bunları özgün bir terkip ile birleştirebilen yatay bir bilgelik gerektiriyor. Tek bir konuda her şeyi bilen ‘ehil’ insanın hazan mevsimine girildi. Onun yerine, biraz psikolojiden, biraz kadim anlatılardan, biraz fenden ve insan ruhunun girift dehlizlerinden anlayan, bu farklı unsurları birbiriyle konuşturarak kimsenin görmediği bir deseni ortaya çıkaran sentez erbabının çağı bu. Her enkazın, yeni bir mimarinin temel taşı olabileceğini görenler, yıkımın aslında doğurgan bir sancı olduğunu anlayanlardır. Fırsatlar, artık herkesin koştuğu aydınlık meydanlarda değil, kalabalıkların bakmaya tenezzül etmediği gölgeli boşluklarda gizleniyor.
İnsan elinden çıkma bu idrak ile rekabete girmek, çağımızın en büyük yanılgısıdır. Asıl marifet, makinenin asla sahip olamayacağı o insani özü; yani sezgiyi, merhameti, vicdanı ve hayal gücünü bir orkestra şefi gibi kullanarak bu yeni gücü bir enstrümana dönüştürmektir. O, devasa bir hızla ve kusursuz bir kesinlikle ‘nasıl’ sorusunun cevabını verirken, insanın omuzlarındaki asıl imtihan, ‘neden’ ile ‘ne uğruna’ sorularının cevabını aramak olacak. Artık zamanı yönetmekten çok daha elzem bir mesele var önümüzde: dikkatimizi yönetmek. Çünkü bu sonsuz gürültü içinde nereye baktığımız, neyi dinlediğimiz ve zihnimizin hangi tohumu yeşertmesine izin verdiğimiz, kelimenin tam anlamıyla kaderimizi inşa ediyor.
Bu yüzden ömrü, başı sonu belli bir güzergâh gibi planlama inadından vazgeçmeliyiz. Belki de hayatı bir palimpsest olarak görmek daha akıllıcadır: üzerine yazılanların silinip defalarca yeniden işlendiği kadim bir parşömen... Gerektiğinde eski metinleri zarafetle silip yeni tecrübelere yer açmak, belirsizliği bir tehdit değil, bir tekâmül imkânı olarak görenlerin bilgeliğidir. Bu oyunun sonunda kazananlar ile kaybedenler olmayacak; sadece oyunda kalmayı başaranlar ve oyunun dışına düşenler olacak. Nihai devrim, zihnimizdeki bu eski atlasları hürmetle katlayıp bir kenara koyarak kendi yeni coğrafyamızı keşfetme cesaretini gösterebilmektir.
Önümüzdeki yol, bize miras kalan o eski haritalarda çizili değil. Şimdi sormamız gereken en temel soru şudur: Bu yeni ve isimsiz topraklarda, başkalarının çizdiği haritayı okuyan bir takipçi mi olacağız, yoksa o haritayı bizzat çizen iradenin kendisi mi? Asıl yol ayrımı, işte bu eşikte bizi bekliyor.