O sarayda şafak, bir umutla değil, kaçınılmaz bir sonun ağırlığıyla ağarırdı. Havada, geceden kalma ağır misk kokusuna karışmış, bayat bir korku kokusu asılı kalırdı. Kuşlar ötmezdi. Sadece o buz gibi sessizliği ve herkesin tuttuğu nefesi yırtan tek bir ses beklenirdi: Sarayda her şafak bir kılıcın soğuk keskinliği ile yırtılırdı. Sultan, ihanetin acısını, her gün taze bir canla dindiren kör bir hiddetin esiriydi.
Ta ki o geceye kadar.
O gece, o saraya bir panzehir girdi. Bir kılıcın karşısına bir hikâye ile çıktı. Ama asıl mucize bu değildi. Asıl deha, şafak söküp cellat kılıcını bilediğinde, onun ustaca susmasıydı. Şehrazat, kaba kuvvetin "hemen şimdi" diyen kör aceleciliğini, masalın sabrıyla terbiye etti. Bir gecelik kanlı infazı, binbir gecelik bir tefekküre dönüştürdü. O, Sultan'ın kan dökme arzusunu değil, merakını biledi. Ve merak, beklemektir. Ertesi akşamı beklemektir. Cevabı bilmediği için uykusuz kalmaktır.
Şehrazat'ın başarısı, hiddeti meraka, aceleyi sabra dönüştürmekti. Peki ya biz? Biz, o Sultan'ın sabırsız mirasçıları, "sonra ne oldu?" diye sormayı unuttuk. Her şeyi "hemen şimdi" istiyoruz. Biz her cevabı bir tuşa uzaklıkta bulunca, merak etmeyi bıraktık. İstediğimizi anında aldık ama hiçbir şey istemeye değer olmadı. İçinde yüzdüğümüz bu daimi çalkantı, bu kesintisiz gürültü, sabrımızı değil, tatmin eşiğimizi paramparça ediyor.
Bakın nasıl da: Bir sonraki bölüm, daha biz ne hissettiğimizi sorgulamaya fırsat bulamadan otomatik başlıyor. "Devam mı?" diye sormaya bile tenezzül etmiyor. Çünkü durmak, artık sistemde bir hata, bir aksama. Oysa durmak, asıl soru sormaktı. Bir şarkının bizi fethetmesi için otuz saniyeden fazla sabrımız kalmadı. Hayatın asıl özü, o daha küçük, daha basit dokunuşlarda gizlidir. Ama biz o öze yoğunlaşmayı, durup temaşa etmeyi reddediyoruz. Merakımız öldü; çünkü onu besleyen en temel gıdayı, can sıkıntısını öldürdük. Oysa duraksama, hayalin ilk tohumudur; biz ise o mayanın tutmasına, o hayalin demlenmesine asla izin vermiyoruz.
Oysa bu sabır, bu derinleşme inadı, sadece masallara ait bir erdem değildir. Bugün "yavaş yemek" gibi akımlarda direnen bir felsefedir. O, bugün de yaşayan bir direniştir. Anadolu’da bir grup zanaatkâr kadın, don pekmezini atalarının tarifiyle, kocaman kazanlarda, günlerce karıştırarak yapıyor. Atalarından kalan bir lezzeti korumak için modern makinelere direniyorlar. Neden mi? Çünkü o yeni alet, meyvenin içinin çekirdeğini tamamen patlatıp o kadim lezzetin ruhunu katlediyordu. Onların derdi daha hızlı üretmek değildi; anlamı korumaktı. Tıpkı Şehrazat'ın gecelerine sabrettiği gibi, o kadınlar da o kadim lezzetin olgunlaşmasına sabrettiler. İkisi de biliyordu: Asıl değerli olan, acele edilmeyendir.
İşte tam burada, asıl soruya geliyoruz: İnsanın kadri kıymeti, biraz da meselesinin ne olduğu ile ölçülür. İnsan, aradığı şey kadar kıymetlidir. O hiddetli Sultan, bir meselesi olduğu an (hikâyenin sonunu beklemek) iyileşmeye başladı. Peki bizim meselemiz ne? Bir sonraki bildirimi kontrol etmek mi, yoksa sabahı beklerken içimizdeki o eski merakı yeniden duymak mı?
Bizim de artık dikkatimizin dağılmasına değil, toplanmasına ihtiyacımız var. Şehrazat'ın panzehiri meraktı. Bizimki de merak olmalı. Ama önce, en çok kaçtığımız o hali, can sıkıntısını, yeniden öğrenmemiz lazım.
Ve belki de, ancak sıkıldığımız o ilk sessiz anda, o eski soruyu yeniden sorabileceğiz. Şafak ağarırken: 'Sonra ne oldu?'