Gecenin en kuytu vaktindeyiz. Şehirler sustu, zaman yavaşladı ve kâinat, kendi kadim nefesini dinliyor. Tam da bu anda, uğultusunu yalnızca ruhların duyabildiği bir şantiyenin yükseldiğini hayal edin. Ne bir levhası var bu inşaatın ne de gölgelerde gezinen bir bekçisi. Orada, gözle görülmez vinçler karanlığı delerken, isimsiz mimarların soğuk bir ışıktan örülmüş hayalleri, kodlardan müteşekkil hologramlarda şekilleniyor. Yükselen şey, insanlığın bir sonraki durağı olacak o devasa ve sessiz mabetten başkası değil. Bu, soğuk bir teknoloji masalı değil; ruhumuzun ve medeniyetimizin temellerinin, biz gaflet uykusundayken yeniden atılışıdır. O mabedin duvarları şifreli dualarla, sütunları sunucu çiftliklerinin uğultulu zikirleriyle, pencereleri ise yapay zekânın göz kamaştıran ve bir o kadar da tekinsiz ışığını süzen veri nehirleriyle dokunuyor. Bu, tarihin tanıklık ettiği en sessiz, en derinden işleyen güç toplanmasıdır ve bizler, bu büyük oyunun ne davetlisi ne de sırrına vâkıf seyircileriyiz.
Avucumuzda, mürekkebi solmuş, kenarları zamanın parmaklarıyla yıpranmış bir parşömen var sanki. Atalarımızdan miras kalmış, bize yolları, nehirleri, güvenli limanları gösteren bir harita. Ama bir sabah uyanıyoruz ve anlıyoruz ki, ne o nehirler aynı yatakta akıyor ne de o limanlar artık sığınılacak bir yer. Harita yalan söylemiyor, hayır; yalnızca artık var olmayan bir dünyanın hüznünü taşıyor. İşte bugün, hepimiz, bu eski haritayla, tamamen başkalaşmış bir coğrafyanın eşiğinde duran o şaşkın seyyahlarız. Güç, akıl ve nizam bildiğimiz her şeyin anlamı değişirken, bu yeni mabedin inşası, yalnızca bir ilerleme değil, varoluşumuzun kodlarına yapılan köklü bir müdahaledir. O halde sormak gerekmez mi? Bu gölgeler içindeki mabedin ustaları kimlerdir? Harcında hangi vicdanın, hangi ahlakın toprağı vardır? Ve en mühimi, o muazzam kapılar bir gün aralandığında, içeri girmeye kimin gücü yetecektir?
Şimdi bu metaforu gerçekliğin katı zeminine indirelim. İnşa edilen bu dijital mabedin her zerresi, damarlarındaki her bir kan hücresi, tek bir kaynaktan besleniyor: Artık basit bir şirket olmaktan çıkıp, yeni çağın altındaki tektonik katmanları hareket ettiren bir iradeye dönüşmüş NVIDIA’dan. Bugün hayata gözlerini açan her yapay zekâ fidanının kökünde, onların tasarladığı o tılsımlı çipler var. Bu, bir pazar payı analizinin çok ötesinde, yapısal bir hükümdarlıktır. Öyle ki, bu yeni dünyanın dolaşım sistemini besleyen ana atardamarların hemen hemen hepsinin aynı kalpten çıktığı görülüyor. Bu, yeni dijital ekonominin motorunu üretmek değil, motorun kendisi olmaktır. Bu mutlak hâkimiyet, elbette, yeryüzünün eski efendilerinin, yani devletlerin gözünden kaçmıyor. Bu çiplerin her biri, 21. yüzyılın yeni petrolü, stratejik bir silahı haline geldi. Bir ülkeye satışının yasaklanması, diğerine ise cömertçe sunulması, artık küresel güç dengelerini bir şirketin yönetim kurulu odasından belirlemek demektir. Yeşil imparator Jensen Huang ismindeki baş mimar, bu tılsımlı taşları teknoloji devlerine dağıtırken, aslında yarının imparatorluklarının kurulacağı toprakları parsel parsel satıyor ve o topraklarda kimin sözünün geçeceğine sizin oyunuz değil, onların belirlediği fiyat etiketleri karar veriyor.
İşte o en yakıcı soruya geliyoruz: Bu mabede girişin bedeli nedir? Bir dua, bir sadakat yemini değil; soğuk, mesafeli ve acımasız bir rakam. Zekânın, muhakemenin ve hatta belki de bilgeliğin bir aboneliğe bağlandığı bu yeni düzende, adına "dijital kast sistemi" diyebileceğimiz derin bir uçurumun ayak seslerini duyuyoruz. Artık iki tür insanlık belirecek ufukta: Bu bedeli ödeyerek kendilerine bilişsel kanatlar takanlar ve kendi fıtri aklıyla bu yeni efendilerin gölgesinde yavaş yavaş geride kalanlar. Bu, insanın en temel cevherine, yani düşünme yetisine konmuş en ağır vergidir. Çünkü bu kez el konulan şey toprağın mahsulü ya da emeğin ürünü değil, bizzat aklın kendisidir. Toprağın beyleri gitti, sermayenin efendileri geldi; şimdi ise, bizzat düşünme eyleminin kendisine bir bedel biçerek onun meyvesinden pay alan, görülmez, isimsiz yeni efendiler var.
Bu mabedin duvarları yükselirken, asıl tehlike, harcına karıştırılan ahlakta gizli. O ceviz ağacı masaların etrafındaki silüetler, sadece kimin daha zeki olacağına karar vermiyor; aynı zamanda o zekânın hangi vicdana hizmet edeceğini, hangi bilgiyi "doğru" kabul edip hangisini "yanlış" diye ezeceğini, dijital ruhumuzun tapusunun kimde olacağını ve belki de en korkuncu, insan denen varlığın tanımının nerede başlayıp nerede biteceğini de tasarlıyor. Onların yazdığı kodlar, insanlığın gelecekteki anayasasıdır; fakat o anayasa, biz daha mürekkebin kokusunu bile alamadan mühürlenmektedir. Kamuoyuna açık parlak raporlar ve iyi niyetli yönetmelikler, mabedin dış cephesini süsleyen yaldızlar gibidir. Oysa asıl mimari, yani inancın, ahlakın ve değerlerin dijital DNA'sı, halka kapalı laboratuvarlarda, kâr ve zarar hesaplarının gölgesinde belirleniyor.
Ufukta iki senaryo beliriyor. Birincisi, dijital mabedin planlandığı gibi tamamlandığı, kapılarının servete endeksli olduğu, milyarlarca ruhun dışarıda bırakıldığı, düzenli, öngörülebilir ama ruhsuz bir gelecek. İkincisi ise, tarihin her döneminde olduğu gibi, bu merkezi güce karşı bir direnişin, bir başkaldırının başlaması. Bu, bilginin ve gücün yeniden halka dağıtılmasını talep eden, açık kaynak kodlu, daha kaotik ama belki de daha adil bir harekettir. Bu, düzenli bir tapınağa karşı, her köşe başında yeni bir fikrin filizlendiği, gürültülü ama canlı bir pazar yerinin mücadelesidir.
Tarihin ağır aksak ilerleyişinin aniden hızlandığı, fay hatlarının birikmiş enerjiyi boşalttığı ve geleceğin tek bir anda yeniden yazıldığı nadir anlardan birinin içinden geçiyoruz. Bu yeni dünyanın temeline beton, biz bu satırları okurken, şu anda dökülüyor. Ve hepimizin bildiği o çıplak gerçek var: Beton bir kere kurudu mu, pişmanlık onu kıramaz. Bugün atılan adımlar, göz yumulan gelişmeler, yarının geri döndürülemez gerçekleri olacaktır. Hangi senaryonun galip geleceğini bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey var: Kayıtsız kalmak bir taraf seçmektir; sessizlik ise inşaata verilen en büyük rızadır. Bu nedenle, son sözü felsefenin ve tarihin her zaman yönelttiği o nihai merciye, yani bireyin ve milletin ortak vicdanına bırakmak en doğrusudur. Peki siz, bu sessiz şantiyenin ruhunuza dokunan uğultusunu duyup sadece izleyenlerden mi olacaksınız?
Yoksa tarihin bu kritik anında, milletçe kaderimizin planına bir satır eklemeye cesaret edenlerden mi?