0

Global sistem, Marshall Mc.Luhan'ın belirttiği gibi, elektronik iletişimin yaygınlaşmasıyla birlikte Dünyamızı küçük bir topluluk haline getirmişti. Dünya ülkeleri neredeyse kapı komşusu olmuşlardı. Böylece yeni pazarlar ve oluşan katma değer, 20. Yüzyıldan itibaren ekonomik sürece hız kazandırmıştı. Çünkü küresel düşüncenin ürünü olan "Daha fazla kazanmak" duygusunu "Tüketerek" tatmin etmek, ekonomik gelişimin yeni kodlarını belirlemişti. Sonraları devletler; sanayileşme, tarımcılık, ticari teşvikler ve madenciliğe ağırlık vererek, refah düzeylerini arttırma yoluna gittiler. Hal böyleyken gelişen teknoloji enerji ihtiyacını beraberinde getirmişti. İşte bu gereksinim petrolün yanında yeni kaynakların (elektrik, gaz, bor, uranyum vb.) önemini bir kat daha arttırıyordu.

Bugün; çeşitli ARGE faaliyetleri ile günlük hayatımızın hemen her alanında yer alan enerji endüstrisi, büyük bir sermaye ye hükmetmektedir. O nedenle günümüzde ve gelecekte devlet politikaları, enerji başlığı altında belirlenir/belirlenecektir. Ülkemizde yoğun bir şekilde üzerinde durulan nükleer santraller, HES'ler, petrol ve doğal gaz bulma çalışmaları, metan hidrat araştırmaları, kaya gazı işleme tesisleri, bor madenleri, güneş ve rüzgar santrallerine yapılan yatırımlar, bunun en açık göstergeleridir.

Özellikle Batı coğrafyasında hakim olan ekonomik krizler, yeryüzündeki enerji kaynaklarının tekrar gözden geçirilmesine yol açmıştı. Bu da yeni dengelerin anlamına geliyordu. Bu noktada cennet niteliğindeki Orta Doğu ve Uzak Doğu toprakları, Batı egemenliklerinin iştahını oldukça kabartıyordu. Bu çevrelerin küresel şirketler eliyle doğrudan veya dolaylı olarak bölgeye nüfuz etme faaliyetleri, sancılı bir süreci başlatıyordu. Ellerindeki teknolojiyi kullanılarak çıkarılan kaynakların işletilmesi ve bunların güvenli ulaşımı, "Batılı güçlerin" türlü planlar yapmasına sebebiyet vermişti. Mevcut üniter yapıları içerisinde kısıtlı devletler bile, sırf enerji güzergahında yer alması hasebiyle, stratejik bu oyuna alet oluyordu.

İnançlarına göre kendilerini asil ırk addedenler (Siyonizm) ve kurdukları ittifaklar, bölgede inanç ayrımı yapmaksızın tüm insanları köle olarak görüyordu. Bu düşünceleri, planlarını gerçekleştirmek adına hiçbir barbarlıktan çekinmemelerine ruhsat veriyordu. Lalin hedeflerini çoğu zaman, devletlerin iç dinamikleri üzerinden gerçekleştiriyor ve perde arkasında gizlenmeyi de ihmal etmiyorlardı. Makyevelizst düşüncenin "Amaca giden her yol mubahtır" anlayışı benimseyenlerin gözünü menfaat bürümüştü. Sonuçta, kan ve gözyaşı dökmeyi, kazanımları uğruna mubah görüyorlardı. Bu manada söz konusu güruhun kamuoyunda "Demokrasinin beşiği" olarak ilan edilmesi de oldukça manidardır.

Dinî ve kültürel yapısı itibarıyla tarihi düzlemde incelendiğinde, ortaklıklarımız bulunan Uzak Doğu halkları, sinsi oyunlara kurban edilemeyecek kadar değerlidir. Bu manada son yıllarda Ankara'nın, bu coğrafyada yakaladığı ticari ivme önemsenmelidir. Yine son yıllarda kurulan dostane ilişkilerin de gelişmekte olduğu vurgulanmalıdır. Çalışkan, ahlaklı ve dürüst insan yapısı ile tanınan bu insanlarla, devletimizin olduğu kadar STK'ların ve bizlerin de sıcak ilişkiler kurması önceliklerimiz arasında yer almalıdır. Evrensel değerler paydaşında birleşerek birlikte kalkınma yollarını aramak, birilerinin üzerimizde kurduğu cendereden kurtulmanın yegane yoludur. Ülkemiz ile Uzak Doğu Ülkelerinin Kazan/Kazan anlayışını sistematik hale getirmesi, her iki tarafın da önünü açacağı aşikardır.

2010'lu yıllara gelindiğinde Türk resmî makamlarınca deklare edilen; Çin'in sektörümüzün en önemli alıcısı olması, Uzak Doğu Ülkelerinin ihracat pazarlarımızda üst sıralarda yer alması, Güney Kore'nin bazı sektörlerde en çok ihracat yaptığımız ülkeler arasına girmesi, Tayland ile olan ticaretin rekor düzeye ulaşması, Japonya ve Çin ile girişilen stratejik ortaklık anlaşmaları ve "Batı'dan" buralara kayan modernizasyon çalışmalarımız takdirle karşılanmaktadır. En dikkat çeken ise, Sn. Cumhurbaşkanımızın geçen haftaki Uzak Doğu Ziyaretlerinde "Şangay Birliği Üyeliğine" yeşil ışık yakmasıdır ki bu asla küçümsenmemelidir.

Esasen Sahabe Büyüklerimiz; 1400'lü yıllarda dinimizi anlatmak için "Dünyanın öbür ucundan" bu coğrafyaya gelmesi, bizlere mesaj niteliğindedir. Çin de dahil birçok Uzak Doğu Ülkesinde, sahabe kabirlerine rastlamamız bundandır. Zamanımızın önemli kanaat önderlerinin yıllar önce buraları kastederek, "Vatandaşlarıyla sıkı ilişkiler kurulması" tavsiyesi de aynı çizgide ele alınmalıdır. Kısacası kanaat önderlerinin Uzak Doğu Müslümanları ile kurduğu insani köprüyü, aynı bağlamda ilerletmek bir gerekliliktir. Bu tip faaliyetler, egemenlik hevesi besleyenlere vurulabilecek en sert tepki/darbe olacaktır.

Artık kafamızı kaldırıp büyük resmi görmemizin zamanı gelmiştir. Bu noktada değerlerimizin, tüm dünya Müslümanlarının hatta mazlumlarının dertleri ile ilgilenmemizi öğütlediğini hatırlatmak isterim. Ceddimizin Dünya üzerinde Osmanlı ile sağladığı merkezi ülke konfigürasyonu, ancak bu şekilde sağlanabilir. Bu anlayışla, gelecekteki kaderimiz Şam, Arakan, Bağdat, Açe, Kahire, Kuala Lumpur, Tunus ve İslamabad ile birlikte yazılacaktır.

Bizden hatırlatması…

(DERİNLİK SAYFASI KOMŞUMUZ UZAK DOĞU ADLI MAKALEDEN ALINTIDIR)