Son yıllarda dizilerin, kamuoyunu nasıl meşgul ettiğini medya organlarındaki haber dağılımdan bile anlamak mümkün. 2000’lerin başından beri, beyaz camın hikâyeci yönünü keşfettik. Öyle ki dizi oyuncuları, “gündemden düşmeyen” eğlence sektörünün kahramanlarını “haber değeri” olarak da çok gerilerde bıraktı.

Bu süreçte her kesim/kısım kendine göre bir yol izledi. 2000’ler, medyanın kendi gücünü bir dayatma mekanizması olarak da hazmettiği ve kutuplaştığı devreyi yansıtıyor. Bu kutuplaşmadan diziler ve diğer aktüel programlar da nasiplendi.

Basit ve eğlence dozu yüksek televizyonculuğun kestirmeden algı pompalayan tehlikeli bir yanı gelişmeye başladı. Tek partili dönemden itibaren, çok partili dönemin ardından üst üste darbelerin sıralandığı ülkemizde kimin nasıl düşüneceği gazetelere yazılıp televizyondan deklare edilirken dijital medyanın gelişimiyle Batı dünyasının kullandığı türden, “dolaylı” bir algı operasyonu başladı.

Basit bir siyasi ve konjönktürel bir kutuplaşmanın ötesine geçen ve durumu artık “birleşenler” üzerinden daha farklı okumaya başladığımız medya merkezli bir iletişim sürecindeyiz. Görüş ayrılıkları zeminine indirgenen, şirazesi kaymış, sözde aktüel medyanın insanımızı, eğlence üzerinden millî-manevi değerleri iterek ve örseleyerek keskin kutuplaştırmalara ve sonrasında ayrışmalara yönelttiğini, cazibe merkezine dönüştürülen ünlüler üzerinden ayrışmalara aracılık eden referanslar sunduğunu “artık hep birlikte” ve apaçık görüyoruz.

İdeoloji bunalımı yaşanan bir devirde her medya grubu, tâbi olduğu “taraf”a dair klişeleri çok da belli etmeden, ete kemiğe büründürmemeye özen göstererek ve görselliğin cazibesiyle perdeleyerek sunmaya başladı.

Ve artık her şey ideolojik bir temsil; ayrısı gayrısı yok. Eğer değilse işe yarar da değil!

Ve hayatımızda olup biten her şey aslında mevcut kültürün bir tezahürü… sistematik veya değil, büyük resmin parçası.

En azından basit bir izleyici olarak, 2010’lara kadar olan dizilerde (az izlenen dinî referanslı bir iki kanal ve FETÖ kanallarındaki dinî sömürü hariç) niçin bir ezan sesi duyulmadığını, dizi kahramanlarının niçin hiçbir dinî inancı veya bir inancın gereği olan ibadetlerle meşgul olmadığını, geleneksel dinî yaşayışı aktarırken bile içine neden mutlaka safkan cahil bir “Müslüman” tipinin dâhil edildiğini sorgulamaya imkân vermeyen bir “tekelci” tutum sergilendi.

Yani İslam ve Müslüman boykot edildi.

Sanki Türkiye’de ülkenin çoğunluğu olan Müslümanlar için hiçbir yaşam hakkı yoktular, kamusal ve gündelik hayatın içinde kabul görmemeliydiler.

Sonra Müslümanlık bir şekilde bu “aptallaştıran” yapımlara dâhil edilmek istendi. Hayatın içinden kötü örnekler seçilerek Müslüman tiplemeler tamahkâlıkla, hırsla, bencillikle, kıskançlıkla ve anlayışsızlıkla hemhâl ve yine hayatı berbat eden bir profil oluşturuldu. Postmodern Yeşilçam Müslümanı da diyebiliriz buna. Yani yine kötü hep kötü…

Şimdilerde ise televizyondaki seçeneklerin giderek çoğaldığı, dijital kanalların televizyondan daha fazla ilgi gördüğü bir dönemi yaşıyoruz. Sosyal medya dili, herkesin kendi fikrini dayatabileceği yanılgısı yüzünden çoğu kere işe yaramayan öfke ve gerilim söylemiyle dolup taşsa da kimsenin “şunu izle, bunu izleme” diyemeyeceğinin gün kadar aşikâr olduğu bir dönem bu. Dolayısıyla “ferdî” tercihler hiç olmadığı kadar önemli.

Kimilerinin tercihi millî ve yerliliğin bayrağını taşıyan tarihî diziler olurken, kimilerininki yıllarca sinema ve dizilerin doğal akışı için görmezden gelinen veya kötü karakter tipleriyle ifade bulan Müslüman hayatının entrika malzemesi hâline getiren diziler oluyor. Bazen bu tercihler aynı evde izleniyor. Eminim siz de böyle haberlere rastlamışsınızdır.

2006 yılında Filistinlilerle dayanışma için İsrail’e kültürel protesto ve boykot uygulayan sanatçı ve entelektüellerin öncü isimlerinden John Berger, bu güçlü etkiyi vurgulamak için, “Karşı çıkmamak son derece onur kırıcı, küçültücü, ölümden de beter olacağı için protesto eder insan. Her an gibi geçici de olsa iz bırakır.” diyordu.

Kültürel protestonun en çok insana kendi saygısı için önemli olduğunu vurgulamıştı.

Toplumu kutuplaştırmak için keskin şablonlar üreten dizi, sinema, kitap ya da söylem… hangisi olursa olsun, protestoyu hak ediyor.

Şu zamanda kimseye sanat zevkinden yoksun, basitliği eğlence malzemesine dönüştüren, zekâ seviyesini düşüren, televizyonun “aptal kutusu” vurgusuna hizmet eden, ayrışmaya, bölünmeye, parçalanmaya ve değerlerin değersizleştirilmesini normalleştiren dizileri “izle” ya da “izleme” diyemeyiz. Ama günümüzdeki “benim düşüncem” adındaki yersiz özgüven salgınıyla bütünleşme sorununu aşamayan toplumun içinde zihin, vicdan ve insaf kalitemizi düşürecek işlerden kendimizi arındırabiliriz.

Çünkü değer yargılarımızı iğdiş ederek, küçümseyerek, benlik saplantısını, egoyu, nassisizmi yaygınlaştıran, hoşgörüyü ve tecrübeyi indirgeyen yapımlara (sinema ya da dizi), kitaplara, söylemlere ve tavırlara karşı çıkmamak eğer makul ve onurlu bir duruş sahibi iseniz, “son derece onur kırıcı, küçültücü ölümden de beterdir.” Dolayısıyla öylesine değil, ciddi bir meseledir.

Kimse kendini ait hissetmediği dünya görüşünün kirli tazyikine, sonsuz tercih imkânı varken teslim olmamalı.

Protesto, kendimize dönük olan yönüyle zamanın kirli seslerinden, sözlerinden ve ifalarından arınmayı, topluma dönük yönüyle ise belki bir fenalığın sonunu getirmeyi mümkün kılabilir.

Şunu da kabul edelim ki; kirliliğin ve kötücül içeriklerin kodlarını ve referanslarını iyi kavramaya, hem bu coğrafyanın ve içinde yaşadığımız toplumun hem de kendi iyiliğimiz için mecburuz. Ve niçin yeri hiç değişmeyen, tahtından inmeyen bu başıbozuk kültürel diktatörlüğe boykot uygulamayalım ki?