Her şehri, en az beş bin yıllık tarihe açılan bellek. Her karışı, dünyanın en eskilerinden bugüne, delilleri ve sesleri taşıyan birer manzume. Farklı zamanların, kavimlerin, kültürlerin buluşma noktası. Hep yenilenmeye, akmaya ve çoğalmaya koşan bir coğrafya. Değişimin dur durak bilmediği dünyanın eşsiz ülkesi, Türkiye.

Bu ülkenin herhangi bir tarih sayfasıyla yüzleşmek, size de bunları düşündürür mü? Üst üste inşa edilen medeniyetler silsilesinin nadide örneği ve hem Batı’nın hem de Doğu’nun “serbest bölgesi” olup modernizmin tahribatından kaçamayan dünyanın en meşhur yarımadasıyla yüz yüze gelmek… şüphesiz daha birçok hakikati düşündürür.

Şehrin güncel olmayan kültüründen nasiplenirken en çok karıştırdığımız kelimelerden ikisi; tarih ve nostalji.

Öyle güzel hatırlayışlar var ki gönlü hoş ediyor, çağın hız darbeleriyle örselenen ahengimize çeki düzen veriyor. Geçmişe dair, kıyıda köşede sakladığımız, iç geçirten özlemlerimizi dindiriyor.

Ama yalnızca modernizmden bunalınca özlediğimiz ve çağırdığımız eski bir ses, eski bir resim ya da herhangi eski bir eşyadan ibaret değil geçmiş. Hafızayı besleyen bilgiler, inancı besleyen yapılar ve eserler, yön gösteren tecrübeler, hatta istişare makamı… Hepsi de geçmişe duyulan hasreti dindirmenin çok ötesinde, ayağımızın altını dolduran, yaslanacağımız duvarı sağlamlaştıran, ihtiyaç duyduğumuz yüzleşmeler.

Bize geçmişi yâd ettiren ‘eskiler’in, tarihi yansıtabildiği kadar, geçmişe duyulan özlemi dindirmek için sunduğu güzellikler de var elbette. Ancak bundan yüz yıl öncesine “köhne, gerici ve yitik” diyerek, bugüne yalnızca nostaljik manzaraları taşımak ve onlarda “yeni moda” veya “vintage” tatlar yakalamak, basit turistik faaliyetten başka bir şey sayılamaz.

İnsanın geçmişine, atasına, medeniyetine turistçe yaklaşması, tümüyle kendine yabancılaşması aslında. Sultanahmet’in meşhur Soğukçeşme Sokağı’nın naif ve asil yüzünü sevip, mimarisinin dayanağı ve kültürünün numunesi olduğu İslami yaşayışı inkâr ederek ötelemek ve kulak arkası etmek ne kadar mümkünse o kadar yabancılaşmak!..

İlgilileri dışında pek umursanmayan Osmanlı döneminin sosyal ve idari tarihinin gerçekliğiyle yüzleşmek bize bizi anlatır. Zira eski fotoğrafların, şehir kültürüne dair kıt yazınların bir adım önüne geçerek söz söyleme gücü var. Yaşandığına inandırıyor. İnkârın karşısına capcanlı bir delil koyuyor.

Görsel gücün şahlanışıyla fotoğrafın altın devrini yaşadığı düşünülürse, resimli anlatım, geçmiş zamanla bağ kurmanın ve geçmişin gerçeğini her nesle taşımanın en pratik yolu sayılabilir. Bankaların lüks kâğıtlara basarak ulaşılması güç fiyatlara ve taşınması güç ağırlıklara dönüştürdüğü tarihî fotoğraf albümlerinin -fotoğraf altı yazıları ile birlikte- herkesçe görünür hâle gelmesinin dimağlara sağlayacağı katkı üzerine düşünmekte fayda var. Şehrin görünür noktalarını bu şekilde değerlendirmek hatta “öncesi-sonrası” mizanseninde şehirle bütünleşen kolajlar yapmak hem tarih özlemi duyanlar için birer görsel şölen olabilir.

Hatırlamak bilmekle mümkün. Hissetmediğimiz, bilmediğimiz, görmediğimiz bir şeyi hatırlamamız da mümkün değil. Bu yüzden en azından yaşadığımız çevreyi kıyı köşe gezip öğrenerek, görsel arkeolojisini keşfederek tanış olduğumuz meskenlere dönüştürmemiz ve belleğimiz için hatırlanabilir kılmamız, hem kolay hem de gerekli. Müzeler, kütüphaneler, mimari harikalar, en kolay ulaşılabilen hafıza unsurları. Bilhassa kendini keşfetme gayretiyle merakı taptaze olan çocuklar ve gençler için…

Çocuklarla ve gençlerle devamlı muhataplığı bulunan ebeveynler, eğitimciler ve eğitim kurumlarının idarecileri en yakından başlayarak çevrenin tarihî, kültürel yapısını, sanatsal birikimini ve insan dokusunun niteliklerini yeni nesillerle paylaşma mesuliyeti taşıyor.

Kültür; tutarlığı ve kalıcılığı olan, belleklerde taşınan ve yaşama devamlılığı olan, gündelik hayatı sesle, renkle, şekille, yazıyla dolduran bir bütünüdür. İnsanın idamesinin topluluklarca kayda değer bir yorumudur. Yaşadığımız coğrafyadaki günümüz ve geçmiş kültürlerinin nasıl da birbirine bağlı kalabildiğini görmek, bir parçası olarak hepimizi cezbeder. O zaman illa ki okumalı, duymalı ve görmeli; okutmalı, duyurmalı ve göstermeli…