Bizzât “Mutlak Şef” tarafından “Allâh-ü Ekber!” demenin bile suç (“İrticâ”) îlân edildiği bir devirde, sahîh bir cenâze namazı kılınmış olması mümkün müdür?
Böylece, islâmî teâmüle aykırı olarak mumyalandıktan sonra, müteveffâ, İslâma karşı hadsiz derecede husûmet beslediği için, namazı da kılınmamıştır. Resmî Cenâze Programı’nda böyle bir madde yoktur. Câmide cenâze namazının kılınmadığı kat’î bir vâkıadır. (Bir o kadar kat’î bir vâkıa da, kendisi için, 13 Ocak 1939 günü, Pâris’de, Berit Şalom Sefarad Havrası’nda resmî -yânî “Millî Şef” Hükûmeti temsîlcilerinin de iştirâkiyle- bir cenâze âyini yapıldığıdır… -Mustafa Kemâl’in Havradaki Resmî Cenâze Âyini; Yeni Söz, 4.8-1.10.2022, 58 tefrika-)
Lâkin, hâssaten Org. Fahrettin Altay ile Celâl Bayar’ın (ve muhtemelen Makbûle Hanım’ın) müdâhelesiyle, -Altay’ın ifâdesine nazaran- “efkârıumûmiyede çok fenâ têsîr yapmasın”, Millete karşı ellerinde bir koz bulunsun diye, son ânda, göz boyama kabîlinden, (varlığı ile yokluğu bir İslâm Tedkîkleri Enstitüsü Müdürü) Şerefeddin Yaltkaya tarafından, yine islâmî teâmüle aykırı olarak, uydurma, Öztürkce bir “cenâze namazı kıldırılmıştır”. Bu tiyatro, Dolmabahçe Sarayı'nın Muâyede Salonu'nda, 19 Kasım 1938, sâat 7.50'de, yânî Resmî Cenâze Programının başlıyacağı sâat olan 8.30'dan evvel sahneye konulmuştur. Ayrıca, halkın iştirâki olmadan, onun nazarlarından uzakta, ondan saklanarak… (Uydurma “cenâze namazı”nı, Diyânet İşleri Reîsi Rifat Börekçi veyâ Yardımcısı Ahmed Hamdi Akseki veyâhud İstanbul Müftüsü “kıldırmadığı” gibi, Diyânet câmiasına mensûb herhangi bir şahsıyet de, bu tiyatroda hazır bulunmamıştır… Yaltkaya ise, Kemalizmle uzlaşmış, Farmason Kemâlperest Hasan Âli Yücel’le yakınlığı olan, oportünist bir şahsıyettir. Bizim nazarımızda, yânî kul gözüyle, mûteber bir şahıs değildir. Hakkındaki en doğru hüküm, Allâh’a âiddir…) (Mustafa Kemâl’in Hastalığı, Ölümü, Cenâzesi; Yeni Söz, 17-24.2.2019/150-157) (Bu, “Mutlak Şef”in irâdesiyle, “Allâh-ü Ekber!” demenin bile suç sayıldığı bir devirdi… 1 Şubat 1933’te -Ramazan ayında-, Bursa Ulu Câmii’ndeki cemâat, kendiliğinden, Sahîh Muhammedî Ezân’ı okuyunca, İzmir’de bir baloda bu haberi alan “Mutlak Şef”, pürtelâş ve hiddet, Bursa’ya intikâl̃ etmiş, derhâl, Câmi Cemâatinden –“Allâh-ü Ekber!” demekden ve İbâdet Hürriyeti taleb etmekden başka bir “suç”u olmıyan- 30 kadar Müslüman tevk̆îf edilmiş, bunlar, Zâbıtadaki günlerce ezîyeti müteâk̆ib, Çorum Ağır Cezâ Mahkemesi’nde muhâkeme edilerek muhtelif hapis cezâlarına çarptırılmış, ayrıca Bursa Müftüsü de işinden kovulmuştu… Bu meyânda, “Mutlak Şef”, -bir Kemalist tedhîş rehberi olan- meşhûr “Bursa Nutku”nu, orada, 5 Şubat 1933 akşamı, Çekirge Yolu'ndaki Köşk'de, bu vesîleyle îrâd etmişti… -Evvelki neşriyâtımızda, bu hâdiseyi de, mevsûken ve bertafsîl işlemiş bulunuyoruz… Bu mevzûa dâir son çalışmamız: Mustafa Kemâl’in Hastalığı, Ölümü, Cenâzesi; Yeni Söz,24.3-7.5.2020/545-588.- Dahası, Fanatik Kemalistler, Mareşal Fevzi Çakmak'ın 13 Nisan 1950'de cenâzesi kaldırılırken, kalabalıktan “Allâhü Ekber” ve Salâ seslerinin yükselmesini dahi “İrticâ hortladı!” yaygarasıyle büyük hâdise yapmışlar, bunu “Atatürk İnkılâplarına aykırılık” olarak değerlendirmişlerdi. Bu anlayışa binâen, cenâze merâsimine katılan 25 kişi tevk̆îf edilmişti. -Cumhuriyet, 14 Nisan 1950, ss. 1 ve 4-) (Mustafa Kemâl’in Hastalığı, Ölümü, Cenâzesi; Yeni Söz, 18-19.2.2019/151-152)
Naaş, tahnîti bozulmadan Anıtkabr’e götürüldü
İşte 4 Kasım 1953’te, mumyalı cesedin bulunduğu tâbut, lahdin altında, medfûn bulunduğu beton odacıktan, Başvekîl Adnan Menderes’in, TBMM Reîsi Refik Koraltan’ın ve sâir resmî zevâtın nezâretinde, büyük bir îtinâyle ve huşû içinde, vinçlerle yukarı çekilmiş ve bu hâliyle katafalka konulmuştur. O târihten 10 Kasım 1953 târihine kadar, her gün ve muhtelif sâatlerde, sırasıyle, “Yüksek Öğretim öğrencileri; subaylar ve generaller ihtiram nöbeti” tutmuşlardır.
9 Kasım 1953'te ise, aynı tâzîm, dahası huşû tavrıyle, tâbut, Prof. Dr. Kâmile Mutlu ve ekipi tarafından açılıp tahnîtli cesed tedk̆îk̆ edildi. Hiçbir bozulma olmadığı müşâhede edildikden sonra tekrâr “fiksatör” ilâvesiyle kapatıldı ve tahnît bozulmadan, ertesi gün, bu hâliyle Anıtkabr’e sevkedildi… (Prof. Dr. Utkan Kocatürk -1937 / 12.3.2011-, Atatürk Çizgisinde Geçmişten Günümüze; Atatürk ve Yakın Tarihimize İlişkin Görüşmeler, Araştırmalar, Belgeler, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yl., 2005, “Atatürk'e Yapılan Tahniti Toprağa Verilmeden Önce Kontrol ve Bu Hususta Rapor Düzenlemekle Görevlendirilen Bir Hocamız: Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu” başlıklı mülâkat, ss. 232-241)
Resmî teblîğdeki aldatmaca
11 Kasım 1938’de Mustafa Kemâl’in cesedi mumyalandığı hâlde, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, “müşâvir tabîbler”den (ki asıl tedâvîden mes’ûl olanlara da “müdâvî tabîbler” deniyordu) Prof. Dr. Hayrullah Diker’le mülâkatında, “naaşın tahnît edilmiş olduğundan” bahsedince, Diker, göz göre göre yalan söyliyerek: “Naaş tahnit edilmedi! Bu, cesedi profane etmek olurdu!” diye aksülamel göstermiş (Tan, 21.11.1938, s. 5) ve dîğer tabîbler de, bu beyânı tekzîb etmiyerek, yalana iştirâk̃ etmişlerdi…
Fransızca “profané” etmek, kudsiyetini ihlâl etmek demekdir. Diker, “tahnît” vâkıasını ink̃âr ederek, halkın nabzına göre şerbet vermek istemiştir; çünki halkımız, “tahnît”i en azından kerîh ve örfümüze mugâyir görür.
Benzeri bir yalanın, bu def’a, Mustafa Kemâl’in naaşının “kurşun tabuttan çıkarılarak”, yânî tahnît bozulduktan sonra, “ceviz ağacından mamûl bir tâbuta konulduğunu” beyân eden resmî teblîğde tekrâr edildiğini görüyoruz:

Bir kudsiyet havası içinde, tâbutun başında, günlerce ihtirâm nöbeti tutuldu… Resimde, 9 Kasım 1953’te, “Ebedî Şef”in Etnoğrafya Müzesi’ndeki tâbutu önünde ihtirâm nöbeti tutan generaller ve ona lâyık bir halef olduğunu fazlasıyle isbât etmiş bulunan “Millî Şef”…
Târihte, kendisine, on beş sene arayle, Devlet tarafından ve bütün halkı seferber ederek iki def’a (Laik) cenâze âyini yapılan ikinci bir şahsıyet var mıdır, bilmiyoruz…
19 Kasım 1938 târihli Cumhuriyet’in ilk sayfasında, Mithat Cemal Kuntay’ın “Atatürkü Ankarada karşılarken” başlıklı bir şiiri neşredilmişti. Kuntay, bunda, Millete hitâben: “Gene sağdır, gene sağlamdır O, hem dünkü kadar. / Ona mâtemle… Hayır, sâde taabbüdle eğil!” diyordu. Filhakîka, Mustafa Kemâl, târihte, bütün bir Milletin dirisine de, ölüsüne de “taabbüdle eğildiği” (veyâ eğdirildiği) müstesnâ bir şahsıyet olarak yer aldı…
***
“Bugün 9/11/1953 pazartesi günü saat 10 da, aziz Atatürk’ün 4/11/1953 çarşamba günü Etnoğrafya müzesindeki katafalk üzerine alınmış bulunan gül ağacından mamûl tabutu, Tıp Fakültesi histoloji profesörü ve pataloğ profesör Dr. Kâmile Şevki Mutlu ve asistanları yardımı ile huzurumuzda açtırılmış ve tabutun içinde kurşundan mamûl başka bir tabut bulunduğu görülmüştür.
“Kurşundan mamûl olan ikinci tabut ve bunun içindeki kauçuk örtü, yine huzurumuzda açtırılmış ve içinde aziz Atatürk’ün kefene sarılı tahnit edilmiş nâ’şı hiç bozulmamış bir şekilde görüldükten sonra, bu kurşun tabuttan çıkarılarak ebedî istirahatgâhına tevdi edilmek üzere yeniden yaptırılmış olan ceviz ağacından mamûl tabutuna alınmıştır.” (Akşam, 10.11.1953, s. 2)
Fazladan bir yalanla “cesedin kefene sarılı olduğunu” iddiâ eden bu tebliğ, orada hazır bulunan TBMM Reîsi Refik Koraltan, Başvekîl Adnan Menderes, TBMM Sâbık Reîsi Abdülhalik Renda, Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reîsi Org. Nuri Yamut, Riyâset-i Cumhûr Umûmî Kâtibi Nurullah Tolon, Riyâset-i Cumhûr Sâbık Umûmî Kâtibi Kemal Gedeleç, Ankara Vâlisi Kemal Aygün ve Ankara Belediye Reîsi Atıf Benderlioğlu nâmına neşredilmiştir. (Bâzıları Mason, bâzıları Sabataî bir ekip…)
Hâlbuki Kâmile Mutlu’nun ifâdesi bambaşkadır:
O, Ankara Vâlisi Kemal Aygün’e, 10 Kasım merâsiminden evvel naaşı kurşun tâbuttan çıkarmanın mahzûrlu olacağını anlattıktan sonra, naaş, fiksatör ilâvesiyle eski hâline konularak, sabaha kadar o şekilde muhâfaza edilmiştir. Geceleyin de, Mutlu; Bayar v.s. nezdinde teşebbüsde bulunarak tahnîtin bozulmamasını têmîne çalışmıştır. Netîce olarak, Utkan Kocatürk’e anlattıklarından anlaşılan odur ki, asistanları, onun tâlimâtıyle tahnîti bozmamışlardır ve naaş, tahnîti bozulmıyacak şekilde (cevizden mâmûl̃) yeni tâbuta nakledilerek Anıtkabr’e götürülmüştür… (Mutlu, “ceviz ağacından mâmûl̃ yeni bir tâbut”tan bahsetmiyor ve -Ankara Vâlisi Kemal Aygün tarafından kendisine yapılan resmî tenbîh sebebiyle- naaşın, tahnîti bozulmadan, tekrâr “kurşun tâbut”a, bu “kurşun tâbut”un da dîğer tâbuta -“ceviz ağacından mâmûl̃ yeni tâbuta”- yerleştirildiğini ancak dolaylı olarak ifâde ediyor… Kendi ifâdesiyle, asistanlarına, “tahnîti bozmamaları” tâlimâtı verdiğine göre, tahnîti muhâfaza etmenin, naaşı tekrâr “kurşun tâbut”a yerleştirmekden başka bir yolu yoktu… Dîğer taraftan, naaş, “kurşun tâbut”a yerleştirilmeden Anıtkabir yolculuğuna çıkarılmış olsa, en az dört buçuk sâat süren bu uzun yolculuk esnâsında, -yine Mutlu’nun ifâdesiyle- “tabutun aralıklarından fiksatör kokuları dışarı sızar, saygı duruşundakileri rahatsız eder, nezle yapar, genzini yakar”dı… Tahnîtin Anıtkabir’de bozulması ise, zâten hiç bahis mevzûu olmamıştır… Şu husûsu da ilâve edelim ki Mutlu, Tıp Dergisi’nin 14 Mart.1964 târihli nüshasında intişâr eden “Atatürk’ün Anıt-Kabre Naklinden Bir Hatıra” başlıklı makâlesinde çok ketûmdur. Bu ifşââtı, -herhâlde artık üzerinde resmî baskı hissetmediği- 1973 senesine âiddir. Utkan Kocatürk, Mutlu’yle mülâkatını, “18 Aralık 1973 günü öğleden sonra Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki odasında yaptığını” kaydetmektedir -s. 233-.)