Çetin Emeç’in çirkef neşriyâtına alçak bir cinâyetle değil, fikirle, Kânûnla mukâbele etmek, adâlet olurdu!

Bu çirkef neşriyâtına rağmen, Çetin Emeç 7 Mart 1990’da alçakça bir sûikasd̃le öldürülünce, bu cinâyet karşısında da büyük teessür ve infiâl̃ duyduk. Çünki Memleketin kânûnlarını hiçe sayarak, hele ki fikirleri sebebiyle, kimsenin kimseyi bu çeşid tedhîşçi cinâyetlerle cezâlandırma hakkı yoktur. Fikre ancak fikirle mukâbele edilir! Bizâtihî “fikir” İnsan Haklarını ihl̃âl̃ mâhiyetinde ise, cezâsını tâyîn edecek olan, mahkemedir! Her hâl̃-ü-k̃ârda, kullandığı vâsıtalar ahl̃âk̆î olmıyan bir dâvâ, bir gâye, peşînen haksızdır, merdûddur! Hayfâ ki o günlerden beri barbarca cinâyet zinciri uzayıp gitti; daha beteri, g̃ûyâ Allâh adına “cihâd” eden aynı Bâtıl Zihniyet, onu kullanan insan kılıklı iblislerin elinde, müdhiş bir tahrîb vâsıtası hâl̃ine geldi ve neredeyse bütün İsl̃âm Âlemi kana bulandı, beldeler harâbeye döndü, onlarca senedir yüz milyonlarca mazl̃ûmun ıztırâb çığlıkları semâyı tırmalıyor, milyonlarca Müslüman, hayâtı pahasına ve zillet içinde Avrupa’ya, Amerika’ya hicret etmiye çalışıyor, denizlerde boğuluyor yâhûd açlıktan kırılıyor! Irzlarına tecâvüz edilenlerin, fâhişeliğe zorlananların, organları satılanların, âilelerinden, Milletimizden koparılan çocukların haddi hesâbı yok! Ey sapkın bir ideol̃oji yüzünden hayâtımızı cehenneme çeviren, idrâk̃leri dumûra uğramış, kalbleri taşlaşmış mahlûk̃lar, siz Hâlik̆’a nasıl hesâb vereceksiniz?

Çetin Emeç ve –şoförü- Sinan Ercan’ın kalleşçe öldürüldüğü günlerde baskısı yapılmakta olan Süleyman Demirel kitabımızın sonuna dercettiğimiz bir makâle ile –benzeri başka cinâyetler gibi- bu menfûr cinâyeti de takbîh etmiştik; oradan aynen ik̆tibâs ediyoruz:

Kitabı bitirirken bir acı haber daha!

Teröre, şiddete, zorbalığa, fikirler ve vicdanlar üzerinde her çeşit baskıya lânet!

Kitabımızın dizgisi bitmiş baskıya girmek üzereyken, Dr. Reşad Halife ve Prof. Muammer Aksoy’dan sonra bu sefer de gazeteci Çetin Emeç ile şoförü Sinan Ercan’ın kalleşçe, nâmertçe, insafsızca katli haberiyle karşılaştık. Ve diğerleri kadar bu haberle de yine derinden sarsıldık, kalbimizde bir kerre daha büyük bir ıztırap, üzüntü ve infial duyduk. Öyle ki bu şiddetli hislerin tesiriyle kitabımızda bu hadise karşısında reaksiyonumuzu da dile getirmekten kendimizi alıkoyamadık…

Sayın İlhami Soysal’ın tesbitine nazaran, Çetin Emeç Masondu ve ne yazık ki fikirleri, tavırları, yazılarıyla Türkiye’deki umumî politikacı ve gazeteci tipinin dışına çıkmıyordu. O tip ki, bizi, kendisine karşı yıllardır duyduğumuz şiddetli reaksiyonla sonunda bu kitabı kaleme almıya sevk etmiştir…

Bu haliyle Çetin Emeç de bizim ancak araştırmalarımız çerçevesinde mecbur kaldıkça okuduğumuz bir yazardı. Bâzı yazılarını, yazılarındaki bâzı ifadeleri okurken zaman zaman tiksinti derecesinde allerji duyardık. Hattâ bu allerjimizi henüz neşredemediğimiz bir kitabımızda açıkça dile getirdik. [İbrahim Halil Çelik Hâdisesi hakkındaki –şu ânda, işbu çalışmamızda nakletmekte olduğumuz- uzun makâlemizi kasdediyoruz…]

Bize göre, Çetin Emeç de (aynen Prof. Muammer Aksoy gibi) ideal, örnek bir insan olmaktan çok uzaktı. Ve fikirleri, yazıları da (aynen Prof. Muammer Aksoy için de düşündüğümüz gibi) ancak vasat, alelade seviyede idiler.

Onun bilhassa –bizce yanlış veya eksik bir Laiklik ve Demokrasi anlayışı adına- bazı Müslüman kesimlere karşı aşırı hücumları ve saldırgan, hakaretâmiz ifadeleri bizde reaksiyon doğurmaktaydı. Ama, bu arada, bâzı tenkidlerinde tamamen haksız olmadığının da pekâlâ farkındaydık. Bu tenkidlerini hakkaniyet ölçüleri içinde ve yapıcı bir üslûpla yapsa, bize onu ancak alkışlamak düşerdi. Ne ki, yanlış bir politika anlayışının tesiri altında, o da sık sık ölçüyü kaçırıyor, müdâfaa ettiğini söylediği demokratik-insanî değerlerle tenakuza düşüyordu.

Binaenaleyh biz umumiyetle Çetin Emeç’le fikir ve tavır beraberliğinde olmaktan çok uzaktık. Fakat bir kimsenin samimiyetle yanlış olduğuna inandığımız fikir ve tavırlarına yine sırf fikir planında kalarak muhalefet etmek başka, bu muhalefeti şiddete ve cinayete dönüştürmek başkadır. Bu ikincisi, bizim gözümüzde, kısaca fikrî aczdir, alçaklıktır, korkaklıktır, nâmertliktir, barbarlıktır…

Bize göre, gerçekten Demokrat, gerçekten İnsan Hakları Dâvâsına bağlı olmanın miyarı, bizim gibi düşünen insanlardan ziyade asıl bizden farklı düşünenlerin haklarına sahip çıkmak ve öncelikle onlara yönelik tecavüzlere karşı durmaktır.

İşte ben de, Dr. Reşad Halife ve Prof. Muammer Aksoy gibi Çetin Emeç’in de hunharca katledilmesini bu çerçevede bütün kalbimle lânetliyor, kaatillerine Allâh’tan merhamet, vicdan, insanlık niyaz ediyorum.

Aynen bir zamanlar büyük din mazlumu İskilipli Âtıf Hoca’nın haince, zalimce idam edilmesini de bugün lânetlediğim gibi… (Ankara, 9.3.1990) (Yesevîzâde, Süleyman Demirel veyâ Yalan Üzerine Kurulu Bir Politik Hayat, Ankara: Hakikati Arayış Neşriyatı, Nisan 1990, ss. 309-311)

Yalan ve istismâr üzerine kurulu bir siyâsî hayât

Çelik Hâdisesinde bizi Sayın Emeç’inki kadar üzen bir tavır da SHP “Genel Sekreteri” Sayın Deniz Baykal’dan geldi. (Bkz. Hürriyet, 17.4.1989, s. 16) En azından nazarî olarak İnsan Hakları mevzûunu en fazla işliyen bir parti İdârecisinin haksızlığa karşı karârlı bir tavır takınması ve evvel emirde, bunu kuvvetle protesto etmesi l̃âzım gelirdi. Hâl̃buki bu hâdise, onun yaptığı gibi, L̃aikliğin ve Kemalizmin müdâfaasını yapmayı gerektiren bir hâdise olmaktan çok uzaktır…

Aynı Partinin Genel Sekreter Yardımcısı Sayın Adnan Keskin ise, adı gibi keskin bir ifâdeyle Sayın Çelik’i mahk̃ûm etmekden çekinmedi:

“…Bu kişiyi garip bir yaratık olarak nitelemekten başka söyleyecek bir söz bulamıyorum. Türkiye’de Sol tandanslı insanlar ağızlarını açtığında yeri göğü yıkan görevlilerin izleyeceği yolu da merakla bekliyorum.” (Güneş, 17.4.1989, s. 11)

Sayın Keskin, sizin de samîmî bir İnsan Hakları müdâfii olabilmeniz için kafanızı daha çok terbiye etmeniz lâzım!

Sayın “Yargıtay Başkanı”, biz nîçin Kemalist olmak mecbûriyetindeyiz?

Bir garâbet misâl̃i de, “Yargıtay Başkanı” (Türkcesiyle: Temyîz Mahkemesi Reîsi) Sayın Ahmed Coşar’dan:

“ ‘Ben Atatürkçü değilim, ben Müslümanım’ demek ne ölçüde doğru bir olaydır? Bunu tasvip etmiyorum ve üzücü buluyorum.

“Ne kadar Müslüman olduğumuzu söyleme hakkımız varsa, o ölçüde Atatürkçü olduğumuzu söyleme zorunluluğumuz vardır. Bu sözlerin suç olup olamayacağına girmiyorum. Ama Türk olarak, vatandaş olarak, Yargıtay Başkanı olarak ve Demokrasi açısından bu sözleri üzücü buluyorum.” (Hürriyet, 17.4.1989, s. 16)

Evet, Sayın Coşar, bu ne biçim hukûk ve Demokrasi anlayışı böyle? Biz neden “Atatürkçü olmak” ve “olduğumuzu söylemek zorunda” imişiz? Siz İnsan Haklarını, bâhusûs Vicdân Hürriyetini böyle mi öğrendiniz? Bir insan muayyen bir dîni veya ideol̃ojiyi benmisemiye nasıl icbâr edilebilir? Nasıl olur da Kemalist Totaliter İdeolojiyi benimsemek bir vatandaşlık şartı olarak vaz’edilebilir? Bunun, insanları zorla Müslüman, Hıristiyan, Komünist, ilh… yapmaktan ne farkı var? İnsanlık binlerce senedir bu Engizisyoncu Zihniyetle mücâdele etmiyor mu? Ve, Allâh’a bin şükür, nihâyet bu gayr-i insânî zihniyeti yıkaraktır ki İnsan Haklarını îl̃ân etmiş değil midir? Çok yazık! Türkiye’de Hukûkun, Adâletin en yüksek mevk̆ilerini kimler işgâl̃ ediyor?

İnsan Haklarının pervâsızca ihl̃âl̃i: Kemalizm, vatandaşlık şartı!

Ya size ne demeli ANAP “Genel Başkan Yardımcılarından ve TBMM İçişleri Komisyonu Başkanı” Sayın Galip Demirel? Şu beyânâtınızdan sizin de hiç İnsan Hakları terbiyesi almamış olduğunuz anlaşılıyor:

“Urfa Belediye Başkanı Çelik’in ‘Ben Atatürkçü değilim’ beyanı tamamen haddinibilmezliktir. Bulunduğu yeri ve görevi aşan beyanlarda bulunmuştur. Refah Parti’li Belediye Başkanlarının beyan ve hareketleri toplumda gerginliği arttırıcı ters hareketlerdir. Türkiye Cumhuriyeti'nin 70. yılında [???] böyle beyanlar talihsizliktir. Bu şekilde fikirleri varsa kendilerine saklasınlar! Hiçbiri temsil ettikleri makamları kullanarak böyle beyanda bulunamaz. ANAP olarak bu konuda hassasız. Hükûmet de bu konuda gerekeni yapacaktır. Kimsenin şüphesi olmamalı!” (Güneş, 17.4.1989, s. 11)

“Fikirlerimizi kendimize saklıyacakmışız”! Neden? Fikir ve Söz Hürriyeti sâdece size mi mahsûs?

Sayın Galip Demirel’e nazaran da, Kemalizm, Türkiye’de vatandaşlık şartıdır ve buna muhâlefet etmek “densizlikdir, cezâî müeyyideyi mûcibdir”:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Aanayasası vardır. Bu Anayasada Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olan Atatürk İlkeleri ve Atatürk Milliyetçiliği yer almaktadır ve bu Anayasa milletin kahir ekseriyetiyle kabul edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli sağlam atılmıştır. Bunlar sadece densizliktir, sivriliktir. Yasalar bu tür hareketleri cezasız bırakmaz.” (Millî Gazete, 19.4.1989, s. 3)

En hayâtî ihtiyâcımız, bir Cumhûrî Esâsiyedir

“Milletin kahir ekseriyetiyle kabul edilen Anayasa”… Buna gülerler Sayın Demirel! Siz o “Anayasa”nın nasıl hazırlanıp Millete nasıl dayatıldığını bilmiyor musunuz? Yoksa o esnâda Türkiye’de değil miydiniz ve Memleketinizle irtibâtınız kesilmiş miydi?

Şunu dürüst bir şekilde hepimiz îtirâf edelim: Türkiye, bütün târihi boyunca gerçekten demokratik usûl̃ ve teâmülle hazırlanmış bir Esâsiyeye (veyâ uydurma dilinize göre “Anayasa”ya) sâhib olmamıştır! Sırf zora dayanarak ik̆tidâr olmuş, kendi keyfince bir metin hazırlamış, Devletin bütün imk̃ânlarını kullanarak insanların beynini yıkarcasına gece-gündüz onu Millete propaganda etmiş, bu arada tek muhâlif sesin çıkmasına dahi müsâade etmemiş, ezkazâ böyle bir harekete tevessül edenleri hışımla ezip geçmiş, referandum ânında da bütün memlekette estirdiği mânevî tedhîşle “hayır” reyini suçlu sandalyesine oturtmuş, reyleri dahi kendisi saymış, velhâsıl kendisi çalıp kendisi oynamış bir kuvvetin (kaba kuvvetin) işte bu şekilde Millete dayattığı bir Esâsiye, nasıl oluyor da Milletin kâhir ekseriyetinin tasvîbine mazhar olmuş bağlayıcı bir metin olarak Rejimin veyâ fil̃anca fil̃anca fiillerin meşrûiyet mesnedi yapılabiliyor?

Hayır, Sayın Demirel, hayır! Bu memleket, hak̆îkaten demokratik, hak̆îkaten cumhûrî bir Esâsiyeye, ancak ihtil̃âl̃siz, darbesiz, tedhîşsiz, baskısız, velhâsıl tamâmen hür bir vasatta, Memleketin bütün belli başlı kesimlerinin temsîlcilerinin birbiriyle uzlaşarak İnsan Hakları rûhuna bütünüyle muvâfık bir metin hazırladıkları ve bu da herkes tarafından tartışıldıktan sonra halkın ekseriyetinin tasvîbine mazhar olduğu zamândır ki kavuşmuş olacaktır!

Bütün gerçek Demokratların rûznâmesindeki başlıca madde, işte böyle bir Esâsiyenin hazırlanmasıdır.

O zamâna kadar, demokratik veyâ cumhûrî ölçülerle ve dürüst bir ifâdeyle, Rejimin k̃âmil mânâda meşrûiyeti bahis mevzûu olamıyacaktır!

Türkiye’de siyâset, L̃aikler kadar “Dîndârlar”ı da ifsâd ediyor!

Dîndâr bir insan olarak tanınan “İçişleri Bakanı” Sayın Abdülkadir Aksu da, kendisine, ne mevk̆ii, ne de demokratik ve dînî inancları bakımından aslâ yakıştıramadığımız bir beyânâtla bizi fecî şekilde hayâl̃ kırıklığına uğratmıştır:

“Bu sözler tepkisiz bırakılamaz! Yanlarına bırakmayız! Gerekirse yakalarına yapışırız!” (Günaydın, 17.4.1989, s. 6)

Sayın Aksu’nun şu sözlerine bakıp da sanki Sayın Çelik’in Hükûmeti devirmekden veyâ toplu katliâm yapmaktan fil̃an bahsettiği zannedilir! Oysa adamcağızın bütün yaptığı, gâyet tabiî ve mâsûm bir şekilde samîmî kanâatini ifâde etmekden ibârettir: “Laik değilim, Atatürkçü değilim, Müslümanım…’ İşte hepsi bu! Etrâfında kıyâmet koparılan, mânevî tedhîş havası estirilen “câniyâne sözler” bundan ibâret! El-insâf Efendiler, el-insâf!

Sizin Kemalist olma hakkınız var da bizim Müslüman olma hakkımız yok mu?

Ve siz Sayın Bülent Ecevit, nasıl olur da bu esef edilecek hâdiseyi şu basît iki cümleyle geçiştirirsiniz:

“Benim Demokrasi anlayışımda insanlar bu gibi sözler söyleyebilirler. Ama Devletin de ilkelerini böyle kimselere karşı koruması gerekir.” (Güneş, 17.4.1989, s. 8)