İnsan, bu hurâfelere nasıl inanılabildiğine hayret ediyor: Beş yaşında bir çocuk Muhammed Ümmetine lider oluyor! Ama hiç meydanda görülmüyor! O, Müslümanları gâibden idâre ediyor! Bunu yapabiliyor, çünkü “bütün zerreleriyle topyekûn kâinat Veliyy-i Emre boyun eğiyor”! (Humeynî’den naklen) Ve bu çocuk her şeyi biliyor; onun kitabında “bilmiyorum” diye bir söz bulunmuyor! (Rızâ’l-Muzaffer’den naklen) Bununla berâber, asırlar boyunca, bu ölümsüz çocuğun dünyânın hiçbir yerinde, hiçbir hâdisede rolü görülmüyor, varlığı hissedilmiyor!
Kur’ân’ı inkâr edercesine uydurulmuş bu hurâfenin esâs kaynağını anlamak için, Şiîlerin Mehdî devri ile Yahûdilerin Mesîh devri hakkındaki tasvîrlerinde yer alan şu müşterek unsurlara dikkat etmek kâfîdir (ki zâten Hadîslerde, çok kerre, Mehdî ile Mesîh birbirine karışıyor ve ölmediği iddiâ edilen Mesîh’in beş yaşından beri asırlardır sağ kalmış Mehdî’ye tâbi olacağı iddiâ ediliyor):
“Âhir Zamânda Peygamber âilesinden Mehdî zuhûr edecekdir... Onun sâyesinde Kureyş kavmi saltanatını Kâfirlerin elinden geri alacaktır... Yeryüzü bollukla dolup taşacak, öyle ki sadaka alacak kimse kalmıyacaktır... Îsâ, yeryüzüne inecek, Mehdî ile birleşecek, Mehdî’nin arkasında namaz kılacak, ikisi beraber Haçı kıracak, domuzları imhâ edecek, bütün Gayr-i Müslimleri yok ederek İslâmdan başka dîn kabûl etmiyeceklerdir... Kılıçlar orağa dönüşecek, her zehirlinin zehri zâil olacak, yeryüzünde o derece emniyet olacak ki arslanlar develerle, kaplanlar sığırlarla, kurtlar koyunlarla mer’alarda berâber dolaşacaklar ve çocuklar yılanla oynayacaklar da birbirlerine zarar vermiyeceklerdir... ilh...” (İbn Kesîr, El-Bidâye Ve’n-Nihâye; Ölüm Ötesi Tarihi, Müt.: -Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi- Mehmet Keskin, İstanbul: Çağrı Yl., 2001, ss. 124 ve 126. Kezâ: İmam-ı Şa’rânî, Temel İslâm kitaplarından: Ölüm-Kıyamet-Âhiret ve Âhirzaman Alâmetleri. Muhtasaru Tezkireti’l-Kurtubî, Müt.: Sabık Müftü Halil Günaydın, İstanbul: Bedir Ye., “Bu kitap bir Bedir yayınıdır. Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebine uygundur. Güvenle okuyunuz.”, 1980, ss. 440-441, 496-499, v.s. Allâme ve Muhakkik Eşşerif Muhammed b. Erresûl El-Hüseynî El-Berzencî, Hadîs-i Şeriflerin Işığı Altında Kıyamet Alâmetleri, Müt.: -Ezher Ünversitesi Mezunu- Naim Erdoğan, İstanbul: Pamuk Yl., 1987, 6. baskı, 309 s.)
Kitâb-ı Mukaddes’in İşâya Kitabı’nda ise, “Mesîh” devriyle alâkalı olarak şöyle bir tasvîr var:
“Ve kurt kuzu ile beraber oturacak ve kaplan oğlakla beraber yatacak ve buzağı ile genç arslan ve besili sığır bir arada olacak ve onları küçük bir çocuk güdecek. Ve inekle ayı otlanacak, onların yavruları birlikte yatacak ve arslan sığır gibi saman yiyecek. Ve emzikdeki çocuk kara yılanın deliği üzerinde oynayacak ve sütten kesilmiş çocuk elini engerek kovuğu üzerine koyacak.” (Ahd-i Atik, İşâya: 11/6-8.)
Bu gibi motiflerle beraber, bolluk, dünya hâkimiyeti , katliâm temaları, v.s. de tafsîlâtlı bir şekilde bu İşâya Kitabı’nda yer almaktadır…
Kur’ân’a ilâve: (Vahiy olduğu kabûl edilen) Hadîsler
Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki îtikâdları, bizimkiyle aynıdır:
“İnancımız odur ki Yüce Allah’ın, Nebîsi Muhammed’e indirdiği Kur'ân, iki kapak arasındadır, insanların ellerinde olandır ve bundan fazla değildir. [...] Bizim, Kur'ân’ın, bundan (mevcut hâlinden) fazla olduğunu söylediğimizi ileri süren, bir yalancıdır.” (Şeyh Sadûk 1978: 99)
Lâkin Hadîsleri de (ki esâs Hadîs kitabları, El-Kuleynî’nin derlemesi olan El-Kâfî’dir) Vahiy kabûl ediyor ve böylece Kur’ân’a bir Kitâb daha zammediyorlar. Bu Hadîslerin kısm-ı âzamı uydurma ve tamâmı meşkûk olduğu için, zihinler bunlarla bulanıyor, Kur’ân, bunlarla tefsîr ve têvîl edilerek mânâsı îtibâriyle fecî şekilde tahrîf ediliyor, tanınmaz hâle geliyor…
Üstelik, Şiî îtikâdına göre, 12 İmâmın sözleri (veyâ onların sözleri olduğu iddiâ edilen rivâyetler) de bir nevi Vahiy kabûl ediliyor, onlara da Âyet gibi îtibâr ediliyor:
“Şu ânda Kur'ân’da bulunmıyan öyle çok Vahiy inmiştir ki eğer onlar Kur'ân’da toplansaydı, Kur'ân’ın Âyetlerinin toplam sayısı 17 bin olurdu. (Birçok hadîsi misâl olarak zikrettikden sonra:) Bunlara benzer haberler pek çoktur. Onların hepsi de Vahiydir; fakat Kur'ân değildir. Eğer Kur'ân olsalardı, mutlaka onun içinde olurdu, dışında değil. […]
“Onların [12 İmâmın] buyruğu Allah’ın emri, yasakları da Allah’ın nehyidir…” (Şeyh Sadûk 1978: 100-101, 110)
Hâlbuki bizimle müştereken kabûl ettikleri şu küllî kâideye riâyet etseler, Kur’ân’la teâruz ettikleri apâşikâr olan o binlerce Hadîsi bir kalemde safdışı bırakır, “12 İmâm”, “Mehdî”, v.s. hakkındaki bütün o sakîm iddiâları terkederlerdi:
“Allah’ın Kitabı ile uyuşmıyan her Hadîs, hükümsüzdür. Ve şayet bunlara bilginlerimizin kitaplarında rastlanırsa, bunlar uydurmadır.” (Şeyh Sadûk 1978: 19)
Ashâbı tekfîr
14 asırdır süregelen bir safsata:
“Biz ‘velâyet’e inanıyoruz ve inanıyoruz ki Peygamber-i Ekrem’in Halîfe tayin etmesi gerekirdi; tayin etmişdir de. [...] Halîfe tayin etmese, Risâlet vazifesini tamamlamış olmazdı. [...]
“...Yüce Allah, vahiy yolu ile, Resul-i Ekrem’i derhâl ve orada, çölün ortasında [yani Şiî kaynaklı Hadîslere göre, Vedâ Haccı dönüşü, Gadiru Humm’da, binlerce Sahabîye hitâben] Hilâfet konusunu tebliğ etmeye memur etti. O da, Hazret-i Emîrülmü’minîn’i Hilâfete tayin etti. [...]
“...Eğer o rütbe ve makam düşkünleri, dünyâya kul olanlar, nefsinin hevâsına uyan kişiler Hazret-i Emîr’in hükûmetinin kurulmasını önlemese idiler, [...] bütün dünyâ halkı, İslâmın ve İslâm Devletinin ne olduğunu anlardı... Hazret-i Emîr’in bir-iki yıllık yönetimi, iyi bir örnek ve ibret dersi olmuştur. Bu birkaç yıl içinde halk İslâmın ne olduğunu, ülke yönetimi siyâsetinin, İslâmın hedef ve programlarının ne olduğunu gördüler. [...]
“İslâma ve Müslümanlara erişen en büyük kötülük, Ebu Talib Oğlu Ali’nin (A.S.) iktidarının ve yönetimi ele almasının engellenmesidir...” (Humeynî 1979: 23-24, 53, 192-193) (Kezâ Rızâ’l-Muzaffer 1978: 57-58)
Yânî Şiî İhtilâlinin Liderine nazaran da, gûyâ, Yüce Allâh, gönderdiği Kitâb’ın bütün teblîğini inkâr edercesine, Elçisine, amcasının oğlu ve dâmâdı Ali’yi kendi yerine halîfe tâyin etmesini vahyetmiş, Allâh’ın Elçisi de, bu ilâhî hükmü hemen Ashâbına tebliğ etmiş, ne ki bu “rütbe ve makam düşkünleri, dünyâya kul olanlar, nefsinin hevâsına uyan kişiler” Allah’ın emrini tanımamışlar; Ebû Tâlib oğlu Ali’nin İmâmetini tanıyan bir avuc “Ehl-i Beyt”in dışında, bütün Ashâb, Vahyi inkâr ederek Küfre sapmış!
Bu akıl-iz’ân dışı iddiâ karşısında sormak îcâb ediyor: Bize Kitâbullâh’ı, onca ihtimâmla, (hâşâ) bu “münkirler gürûhu” mu ulaştırdı? İnanmadıkları Kitâb’ın üzerine mi bu kadar titreyip Onun tek harfinin bile değişmesine müsâade etmediler? Ve o Kitâb’ın bize örnek Mü’minler olarak gösterdiği Ashâb, bu “münkirler” midir?
Hiç şüphesiz, İslâm Âlemindeki Irkçılık sapması, Şiîlikde en had seviyeye ulaşmıştır. Bu cereyânda, Peygamber, daha doğrusu Ali sülâlesi, tamâmen efsâneleştirilip tabulaştırılmıştır. Bunu yapabilmek için de yine Kitâbullâh bir tarafa bırakılıp ona taban tabana zıd Hadîslere, bin bir têsîr altında uydurulan rivâyetlere mürâcaat edilmiş, sonra Kitâbullâh’ın mânâsı da bu uydurma haberlere göre têvîl, tahrîf edilmiştir. (Burada zikrettiğimiz üç Şiî kitabında, mezheb taassubuyle, Âyetlerin nasıl zâhirî, âşikâr mânâlarından saptırılıp dâvâlarına âlet edildiğine dâir birçok misâl mevcûddur…)
Hâlbuki Hz. Peygamber’in oğlu yoktu ki sülâlesi, hânedânı olsun? Olsa da ne fark ederdi? Peygamber’in Riyâseti, siyâsî liderliği dahi ancak kadın-erkek Müslümanların, hattâ Müşrik / Kitâbî Gayr-i Müslimlerin gönüllü “bîat”ıyle mümkün olmamış mıydı? Öyleyse nasıl olur da Allah-ü Zülcelâl, Ali İbn-i Ebû Tâlib’i ve onun soyunu Müslümanların başına ebedî Reîs, İmâm tayin etmiş olabilir? Böyle birşey olsaydı, insanın yaratılış hikmeti olan Kur'ânî imtihan felsefesinin, dolayısıyle insan olmanın, Kitâb’daki “İşleri onlarla istişâre ederek yürüt!” emrinin, “Üstünlük takvâ iledir!” mîyârının ne kıymeti kalırdı? Kitâb, baştan sona kendine hâkim olan Rûhu tekzîb etmiş olmaz mıydı? Bu vazıyette Allâh’ın Kitâbı olarak kabûl edilebilir miydi?
Üstelik, târihî bir vâkıa olarak, bir Ebû Bekir’in, bir Ömer’in dev şahsıyetleri gözler önündeyken hiç Ali onların önüne çıkarılabilir mi? Hele ki onun sonraki zürriyeti!
Hakîkaten ne sakîm iddiâlar! Taassub, aklı ve vicdânı kör ediyor!
Şiî olmıyanları tekfîr
“İmâmetin, usûl-i dînden olup îmânın ona inanmakla tamamlanacağına itikaad etmekteyiz.” (Rızâ’l-Muzaffer 1978: 50) [Yânî imâmet, îtikâdî bir mes’eledir; Şiîliğin kabûl ettiği şekilde imâm tâyînine, 12 İmâma inanmıyan Mü’min olamaz…]
“Peygamberleri göndermek nasıl bir lûtuf ise, peygamberden sonra, onun yerine imâmı nasbetmek de lûtufdur ve vücûb-i zâtî ile Allahü Teâlâ’ya vâcibdir; bu bakımdan İmâmet, ancak Allahü Teâlâ’dan nass ile, yâhud o İmâmdan önceki İmâmın, onun İmâmetini beyaniyle tahakkuk eder; insanların seçmesiyle, istemesiyle olmaz; insanlar, dilediklerini İmâm olarak tâyin yâhud dilediklerini azl hakkına da sâhip değillerdir. [...]
“Aynı zamanda asırlardan bir asrın, halkın kendisine itâati farz edilmiş bir imâmsız geçmesi de mümkün değildir. İnsanlar, onu kabûl etseler de, etmeseler de, ona yardımda bulunsalar da, bulunmasalar da, ona mûtî olsalar da, olmasalar da, her asırda, her zamân, Allah tarafından nasbedilmiş bir İmâm mevcuttur.” (Rızâ’l-Muzaffer 1978: 50-51)
“Dünyevî ve dînî işlerimizde, Resûlullah’ın (S.M.) Ehlibeytine (A.M.) mürâcaat etmemiz gereklidir… [Buna dâir bir Hadîs naklettikden sonra:] Bundan açıkça anlaşılmaktadır ki Kur’ân-ı Kerîm ile Ehlibeyti ayıran, hidâyete erişmez. Ehlibeyt ‘Kurtuluş gemisi’dir ve Ehlibeyt’ten ayrılan, helâkden kurtulamaz.” (Rızâ’l-Muzaffer 1978: 54-55)
“…Nebî şöyle söylemiştir: ‘Benden sonra Ali’nin (a.s.) imam olduğunu inkâr eden, benim peygamberliğimi inkâr eder; ve benim peygamberliğimi inkâr eden de Allah’ın Rab oluşunu inkâr etmiş olur.’ ” (Şeyh Sadûk 1978: 123)
“…(12 İmâmın) günahsızlıklarını (ismet) inkâr eden bir kimse, onları tanımamaktadır. Onları tanımayan (câhil) kimse ise, bir kâfirdir.” (Şeyh Sadûk 1978: 113)
Cumhûrî Hükûmeti red
“Milletimizin istediği, İslâmî Cumhuriyet’tir. Yalnızca ‘Cumhurî yönetim’, yoksa ‘demokratik cumhuriyet’ değil. ‘Demokratik İslâm Cumhuriyeti’ de değil. Sadece İslâmî Cumhuriyet! Benim sizden dileğim, uyanık olmanızdır. Aziz şehitlerimizin kanını heder etmeyiniz. ‘Demokratik’ terimini kullanmayınız. ‘Bir Batı kalıbına uymazsa?’ diye korkmayınız. Biz Batı kalıplarını istemiyoruz.” (Humeynî 1979: 218)
İnsan Haklarına müstenid Demokrasi ile Cumhûrî Nizâm veyâ Cumhûriyet aynı şeydir. Kendi têsîs ettiği rejim ise, Mollaların, yânî ruhbân sınıfının üstünlüğüne dayanan ve İnsan Haklarının özünü reddeden Teokrasiden ibârettir. Komünistlerin “Halk Demokrasisi” ne kadar “Demokrasi” ise, Mollaların rejimi de o kadar “Cumhûriyet”tir!
“Velâyet-i Fakîh” veyâ Teokrasi (Mollacratie)
Humeynî’nin burada bahis mevzûu ettiğimiz kitabının ilk isminin “Velâyet-i Fakîh” olduğunu (Hatemî’den naklen) belirtmiştik. “Velâyet-i fakîh”, yânî fakîhin veyâ fakîhlerin, dîğer tâbirle, mollaların hâkimiyeti…
Humeynî’ye nazaran, 12. İmâmın gaybet devrinde, memleketin “Kayıb İmâm”a vekâleten idâre edilmesi lâzımdır ve bu hak, salâhiyet, vazîfe fakîhlere, daha doğrusu baş fakîhe, “veliyy-i emr”e, “rehber”e âiddir. Şiî İhtilâlinin başı kendisi olduğuna göre, bu hak ve vazîfe de tabiî olarak ona düşüyordu…
Nitekim öyle de oldu: İhtilâl sonrası Îrân’ında tam bir Totaliter Şef hüviyetiyle hüküm sürdü. Baş yardımcıları da, bütün bir molla teşkîlâtı ve İhtilâl sonrası têsîs edilen İnkılâb Muhâfızları idi…
Aşağıdaki pasajlarda, sonradan Esâsiye hükmü hâline getirilen “velâyet-i fakîh” fikrini îzâh ediyor:
“İmam A.S.’ın gaybeti döneminde olduğumuz bugün de, islâmî yönetim kurallarının yerinde kalması ve sürdürülmesi gerekir… (s. 60) [...]
“Resul-i Ekrem’in ve İmamların hâiz oldukları velâyet (yâni egemenlik, ülkeyi yönetme yetkisi), ‘gaybet’ten sonra da ‘adil fakîh’de bulunur. (s. 62) [Bu, ‘Velâyet-i Fakîh = Fakîhin hâkimiyeti’dir.] [...]
“Fakîhler bu göreve Allah tarafından mensupdurlar [tâyîn edilmişlerdir]. (s. 65) [...]
“Resûl-i Ekrem’in Devlet Başkanlığı makamında ona hâlef olması gerekenler, Âdil Fakîhlerdir. (s. 71) [...]
“Fakîhler, kanunları icra etmede, orduya komutanlık etmede, cem'iyeti yönetmede, ülkeyi savunmada, adlî ve kazaî (yargısal) işlerde Peygamber’in emînidirler. ‘El-fukahâ-ü ümenâ-ir-Rüsûl’, yâni Peygamberlerin uhdesinde olan her işi, âdil fakîhler de yerine getirmekle ödevli ve görevlidirler. (s. 87) [...]
“Yönetici Kanun’u bilmiyorsa, hükûmete lâyık değildir. Başkasını ‘taklîd’ ederse, Devletin gücü eksilmiş, itibarı azalmış olur. Taklid etmez de bildiği gibi yaparsa, İslâm Kanunu’nun icracısı ve toplumun yöneticisi olması mümkün değildir. ‘El-Fukahâ, hükkâmün ales-selâtîn [Fakîhler, sultanların hâkimleridir]’, müsellem bir kuraldır. Sultanlar İslâma riayet ediyorlarsa, fukahâya (fıkıh bilginlerine) uymalı, kanun ve hükümleri onlardan sormalı ve icra etmelidirler. Demek oluyor ki gerçek yöneticiler (hâkimler), bu fakîhler olmaktadır. Şu hâlde gerçekten ve resmen de fakîhlerin hâkim olmaları gerekir; kanunu bilmemeleri dolayısı ile fakîhlere uymak mecburiyetinde olan kişiler değil. (s. 59) [...]
“Âdil Fakîhler, halkı müslüman olan ülkelerde kamu gücünü ellerinde tutmadıkları, velâyetleri [= hâkimiyetleri] sağlanmadığı içindir ki İslâm çözülmüş, hükümleri terkedilmiştir.” (Humeynî 1979: 60, 62-63, 71, 87, 65, 59, 91)
Humeynî’nin “Velâyet-i Fakîh” hakkındaki fikirleri, 24 Ekim 1979’da kabûl edilen Îrân Esâsiyesi’yle resmî statü kazanmıştır. Bu Esâsiye’nin 5. ve 110. Maddelerine göre, iktidâr, “Veliyy-i Emr” veyâ “Rehber”in elinde temerküz etmiştir:
“Madde 5 - Hz. Veliyy-i Asr’ın [Kayıb İmâm’ın] yokluğu zamanında (Allahü Teâlâ O’nu âcilen göndersin) İran İslâm Cumhuriyetinde, Veliyy-i Emr olma ve ümmete İmâmlık (Liderlik) vazifesi; halkın ekseriyetinin kendisini Rehber bildikleri ve kabul ettikleri, âdil, takvâ sâhibi, devrini iyi bilen, cesur, idâreci ve tedbirli bir fakîhin uhdesindedir. İlh… […]
“Madde 110 – Rehberlik (Makamının) vazife ve salâhiyetleri:
1- Anayasayı Koruma Şûrâsı fakîhlerini tayin etmek.
2- Devletin en yüksek yargı makamına tayin yapmak.
3- Aşağıdaki tertib üzere, Silâhlı Kuvvetler Başkomutanlığı yapmak:
a – Genel Kurmay Başkanını atamak ve görevinden almak.
b – ‘İslâm İnkılâbı Muhâfızları Ordusu’nun Başkomutanını tayin ve azletmek.
c – Aşağıdaki yedi üyeden oluşan Millî Müdâfaa Yüksek Şûrâsını teşkil etmek:
- Reisicumhur
- Başbakan
- Müdâfa Vekili
- Genel Kurmay Başkanı
- İslâm İnkılâbı Muhâfızları Ordusu Başkomutanı
- Rehberin tayin edeceği iki müşavir.
d – Millî Müdâfaa Yüksek Şûrâsının teklifi (inhâsı) ile, Üç Kuvvetin Yüksek Komutanlarını tayin etmek.
h – Millî Müdâfaa Yüksek Şûrâsının teklifi ile, harb, sulh ve umumî seferberlik ilân etmek.
4 – Halk tarafından seçildikten sonra, Reisicumhurluk mazbatasını imzalamak. Reisicumhurluğa istekli olanların, bu kanunda zikredilen şartları hâiz olmaları yönünden, salâhiyetlerini seçimlerden önce, Anayasayı Koruma Şûrâsının teyid etmesi, ilk dönemde Rehberliğin onayından geçmesi gerekir.
5- Kanunî görevlerini kötüye kullandığı Devlet Yüce Dîvânı (Dîvân-ı Âlî-yi Kişver) tarafından hükme bağlandıktan veya Millî Şûrâ Meclisince onun siyâsî kifâyetsizliğine karar verildikten sonra, ülke menfaatlerini göz önünde bulundurarak, Reisicumhuru azletmek.
8 – Devlet Yüce Dîvânı’nın teklifinden sonra, İslâmî ölçüler çerçevesinde, mahkûmların cezâlarını affetmek veyâ hafifletmek.” (İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası, Müt.: Dr. Ömer Okumuş, İstanbul: Kayıhan Yl., 1980, 85 s., ss. 21 ve 56-57)