İktidâr mes’elesiyle alâkalı diğer iki Âyet de şu şekildedir:

“Allâh emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verirken adâletle hükmetmenizi emreder. Allâh size ne güzel nasî­hat ediyor! Şüphesiz ki Allâh işitendir, görendir!

“Ey îmân edenler, Allâh’a itâat edin! Resûl’e ve içinizden emir sâhiblerine de itâat edin ("Etıy'ullâhe ve etıy'urresûle ve ülil'emri minküm")! Birşey hakkında nizâa düşerseniz, onu Allâh'a ve Resûl’e arzedin! Allâh’a ve Âhiret Gününe inanıyorsanız... Bu hem daha hayırlı, hem de têvîl olarak daha güzeldir! (Nisâ -4-: 58-59) [“…İnanıyorsanız”, yapmanız gereken budur… “Têvîl”: yorum…]

Bu Âyetlerde de iktidârın bir emânet olduğu besbellidir. Evvelâ Allâh'ın bütün insanlara emâneti, sonra da insanların (cem’iyetin) kendi aralarından seçtiklerine bir emâneti... Nitekim aşağıda ayrı bir bölüm hâlinde daha uzunca üzerinde duracağımız gibi, Kur'ânî “hilâfet” mef­hûmu da bu mânâyı mutazammındır. [“İnsanoğlunun Yeryüzünde Hilâfetinin Lâzımesi Olarak Cumhûrî Nizâm” başlıklı Alt Fasl’ı burada nakletmiyeceğiz…]

Allah-ü Teâlâ bize ne emretmektedir?

Emâneti ehline vermemizi! Bu husûs her çeşit emânete şâmil­dir. Lâkin burada husûsen kasdedilen, iktidâr emânetinin ehline veril­mesidir.

İktidar, hilâfetimiz gereği, önce Allah'ın biz  her bir kuluna emânetidir, sonra da biz insanların içimizden bâzı kimselere bizzât tevdî ettiğimiz bir emânettir.

Açıkça bir salâhiyet sıralaması bahis mevzûudur: Allâh → İnsanlar → “Ülülemr”…

Binâenaleyh biz yeryüzünde hükmetme salâhiyetini Yaradan’ımızdan almaktayız. Ama hepimizi birden alâkadar eden mes’elelerde (yâni cem’iyet idâresinde) hükmetme salâhiyetini, mahzâ maslahat îcâbı ve maslahatın lüzûmlu kıldığı mik̆dârla mahdûd olarak içimizden bâzı kimselere tevdî etmekteyiz. Evet, biz tevdî etmekteyiz; hak, salâhiyet, murâkabe bizdedir.

İşte bu mevzûda Allâh-ü Teâlâ bizi îkâz ediyor: Benden aldığınız bu emâneti siz de elzem olduğu mik̆dârda ve gerçekten lâyık olana tevdî ediniz ve ancak emânete lâyık olduğu müddetce ona itâat ediniz!

Şu hâlde İslâmda, hiçbir insana -o her kim olursa olsun- körükörüne itâat olamaz; kimseye hele hele “gassâl elindeki meyyit gibi” teslim olunamaz; insan sonuna kadar -zâten ancak maslahat îcâbı tâbi olduğu o kimseye karşı- (ki kat’î maslahat, zarûret olmasa, kimseye tâbi olmak, hürriyetinden kısmen dahi ferâgat etmek aslâ câiz olmazdı) tenkîdî zihniyetle (esprit critique) davranmak, araya bir mesâfe koymak, temyîz kudretini, murâkabe hakkını, takdîr salâhiyetini kullanmıya devâm etmek ve açıkça Kur'ânî-aklî ölçülere mugâyir davrandığını gördüğü kimseden derhâl itâati çekmek zorundadır. İnsan haysiyetine yakışan budur; Allâh'ın “mükerrem mahlûk”u, “fâil-i muhtâr” kulu olmanın muktezâsı budur...

Pekâlâ, “emânet”i nasıl tevdî edeceğiz? Tabiî ki seçimle! İçimizden birilerini intihâb edip iktidârı onlara tevdî edeceğiz. Elbette bütün iktidârı değil; sâdece cem’iyet idâresi için, umûmî maslahat için elzem olduğu kadarını!

Öyleyse bu seçeceğimiz kimselerde başlıca ne husûsiyet arayacağız? Allâh-ü Teâlâ bu mevzûda da bizi îkâz ediyor: Adâletle hükmedebilme! Yânî o evsâfta kimseler ki en başta Temel İnsan Hak ve Hürriyetleri olmak üzere herkese her çeşid hakkını titizlikle teslîm edebilsin, bunu yapabilecek kadar o işe ehliyeti, liyâkati bulunsun, sağlam seciyeye, dürüst bir şahsıyete sâhib olsun…

Müslüman için ilk itâat edilecek Zât, Yaradan'dır. İkinci sırada Resûl gelmektedir. Resûl'e ise iki sıfatla itâat bahis mevzûudur: Birincisi, Elçi sıfatıyle Allâh'dan alıp bize ulaştırdığı Vahyin emir­lerine itâat edilecekdir (ki bu da Allâh’a itâat demekdir). İkincisi de Devlet Reîsi veyâ cem’iyetin başı sıfatıyle…

Birinci hâlde onu biz seçmiş değiliz. İkinci hâlde ise “bîat” müessesesiyle onu başımıza geçiren biziz. Bir def’a onu baş olarak kabûl ettikden sonra meşrû olan, mârûf, mâkûl, yerinde olan, maslahata muvâfık bulunan her emrine itâat etmekle mükellefiz; çünki bunda bütün cem’iyetin, bütün İnsanlığın hayrı, menfâati vardır.

Dîğer tâbirle, Peygamber’in hükümrânlığı da kat’iyen sınırsız değildir. “İstişâre” Âyetinde bildirildiği gibi, o, ancak idâresinden mes'ûl olduğu cem’iyetle mütemâdiyen istişâre ederek îdarî vazîfelerini deruhde edecekdir.

Kezâ, peygamberî cem’iyet içinde birbiriyle ihtilâf eden herkes de, mes'elelerini Allâh'ın Kur'ân’da bildirdiği umdelere ve Resûl'ünün hakemliğine mürâcaat ederek hâlledecekdir. Zâten idâreciliğin esâsı, insanların birbirleriyle ihtilâflarını veya ihtilâf mevzûu olabilecek mes’elelerini güzelce hâlledip cem’iyette sulhü, huzûru, umûmî masla­hatı têmîn etmekdir.

Peygamber hayâttayken hâl böyleydi. O vefât edince yapılması ik̆tizâ eden ise şudur: Bir tarafdan ebedî bir mânevi rehber olarak Kur'ân’dan feyz almıya devâm etmek, dîğer taraftan da Resûlullâh’ın idâre tarzından ilhâm almak, onun icrââtından -aynen taklîde kalkışmadan- günümüz îcâblarına uygun dersler çıkarmak... (Meselâ bizim bu kitabta yapmıya çalıştığımız gibi…)

Bu düşüncemizin bir mânâsı da, islâmî -yâni bir Müslüman sıfatıyle yürüttüğümüz- teşrî faâliyetinde Hz. Peygamber'i körükörüne bir taklîd mevzûu olarak ele almamak, bu çerçevede “benzetme” mantığından alabildiğine uzak durmak, -aynen Kur'ân'daki Ahkâm Âyetleri için olduğu gibi- Resûlullah'ın Hak Sünnetini de ancak yaratıcı, cevvâl (dynamique) bir rûhla ele alarak onlardan sâdece bir takım umûmî esâslara varmak, onlardaki teşrî rûhunu (“hikmet-i şer’iye” veyâ “makâsid-i şer’iye”yi), ahlâkî özü, zamân ve mekân nokta-i nazarından cihânşümûl olanı kavramak için istifâde etmek, ayrıca onları hakîkati arayış ve hakîkate tâbi olma mücâdelemizde kendimize başlıca ilhâm ve mânevî kuvvet menbâı yapmaktır.

İtâatte üçüncü sırada “ülülemr” geliyor. Kimdir bunlar?

Bizden, yânî bizim içimizden bizim seçimimiz, tercîhimiz, reyimizle çıkanlar… (Doğrudan veyâ dolaylı olarak... Zîrâ bizim seçtiklerimizin seçtikleri de dolaylı olarak meşrûiyetlerini, salâhiyetlerini bizden alır­lar. Böylece meselâ Devletin her kademesindeki âmir / mêmur idâreci kad­ronun salâhiyet ve meşrûiyet kaynağı, dolaylı olarak, seçici sıfatıyle bütün vatandaşlardır, bizzât millettir, halkın tamâmıdır. Bu noktada “hâkimiyet milletindir”! Ama ”bilâ kayd ü şart” değil! Çünki milletin irâdesi, hâkimiyeti İnsan Hakları Hukûk ve Ahlâkıyle, topyekûn İnsan­lığın İrâdesiyle ve son tahlîlde de İlâhî İrâdeyle sınırlıdır.

Ülülemrin salâhiyetlerini maslahata muvâfık sûrette tâyîn ve tahdîd edecek olan biziz. (Ki bunu, ilk adımda, bütün cumhûrî meşrûiyetin temeli olan bir esâs kânûnla -dîğer tâbirle, bir Esâsiyeyle- yapmak en münâsibidir.) O hâlde çizdi­ğimiz bu meşrûiyet hudûdu içinde kendilerine itâat etmekle mükellefiz. Ama meşrûiyet dışına çıkarlarsa, kânûna, kânûnî müesseselere mürâcaatla veyâ yeni bir seçimle kendilerini azleder, icrâatlarının hesâbını sorar ve daha ehil olduğuna inan­dığımız başkalarını işbaşına getiririz. Bu salâhiyet sonuna kadar bizdedir.

Yine bu anlayış çerçevesinde, Müslim / Gayr-i Müslimin bir arada yaşadığı bir “açık cem’iyet”te (Karl Popper) vatandaşlık ve seçme-seçilme hakkı da tabiî ki mensûb olduğu dînî veyâ siyâsî veyâ kavmî (ethnique) topluluk her ne olursa olsun herkese şâmildir. Binâenaleyh İnsan Haklarına ve ictimâî uzlaşmaya dayalı Cumhûrî Esâs Kanûna (constitution démocratique) ve ondan neş’et eden bütün kânûnlara, mevzûâta sâdık kalmak, sâdık vatandaşlar olmak, kendisiyle aynı kavimden ve aynı dînden olsa dahi ecnebî bir devlet hesâbına vatandaşı olduğu Devletin aleyhinde çalışmamak,  Cumhûrî Nizâmı istismâr ederek vatana ihânet, bölücülük gibi emeller beslememek şartıyle, Müslim / Gayr-i Müslim herkes milletvekîli, idâreci, kânūn adamı, halîfe (cumhûrreîsi), başvekîl, ilh... seçilme ve -askerlik, polislik dâhil- her çeşit Devlet vazîfesi îfâ etme hakkına tamâmen sâhibdir. Âyet-i Kerîmede Allâh'ın îkâzı da cem’iyetin içinden illâ ki bir Müslümanı Hilâfet (Cumhûrreîsliği) makâmına seçmemiz istikâmetinde değil, seçeceğimiz kimsenin adâletle hükmedecek kâmil bir zât olmasına dikkat etmemiz istikâ­metindedir.

Hulefâ-i Râşidîn, o günün şartları elverdiği nisbette, yuka­rıda ana hatlarıyle îzâh ettiğimiz cumhûrî anlayışa muvâfık sûrette seçilip iş başına geldiler. Ve her bir insanın Allâh'ın yeryüzünde halî­fesi, kendilerinin de bu “mükerrem mahlûklar”ın halîfesi (dîğer tâbirle vekîli) oldukları şuûruyle hükmettiler. (Allah onlardan râzı olsun!) Ama, tabiî ki hakkâniyet, herkesi ve her işi kendi devrinin şartlarında değerlendirmekdir...

Hulefâ-i Râşidîni Resûlullâh tâyîn etmedi. Çunki zâten böyle bir salâhiyeti yoktu. Hz. Ebû Bekir’i Müslümanlar intihâb etti ve ona bîat ederek meşrû olan emirlerine itâat sözü verdiler. Hz. Ömer’i de yine Müslümanlar intihâb etmiştir. Ama Ebû Bekir Halîfenin tavsıyesiyle... Evet, sâdece tavsıyesiyle! Yoksa onun da halefini tâyîn salâhiyeti  yoktu. Tavsıyesini münâsib bulmasalardı, onu pekâlâ reddedebilirlerdi… Sonraki iki muhterem Halîfe, Hz. Osman ve Hz. Ali de aynı sûretle iş başına geldiler… Ömer Halîfenin tâlimâtıyle teşekkül eden hey’etin Hz. Osman’ı Müslümanlara tavsıyesi de ancak Müslümanların rızâsıyle makbûl oldu. Müslümanlar, pekâlâ o hey’ete îtirâz edebilirlerdi…

1-42

(-Eşref Edib Fergan neşri- Sebilürreşad, No 205, Eylûl 1955, s. 70)

30.6.1960 – 6.4.1961 devresinin Diyânet İşleri Reîsi Ömer Nasuhi Bilmen (Erzurum, 1883 – İstanbul, 12.10.1971, Edirnekapı Sakızağacı Şehîdliği Mez.): “Müslümanlık nazarında insanlar müsavidirler, hepsi de ayni mahiyettedirler, hepsi de esasen ayni hürriyeti, ayni hukuku haizdirler. Muhtelif ırklara, mesleklere ayrılmaları aralarındaki müsavatı ihlâl etmez. […] İslâm hukukunda, siyasetinde müsavata riayet bir vecibedir. Hiçbir kimsenin mevkii, hakkında icap eden cezanın sukutuna sebep olamaz. Herkes hâkim huzurunda ayni vaziyette bulunur. Müsavat ihlâl edilemez. […] Müslümanlıkta millî velâyet ve hâkimiyet esasına müstenit bir riyaseti âmme makamı vardır. […] İslâmda millete ait umumî hizmetler birer emanettir. Bu emanetleri ehline vermek ve adaletle hükmeylemek vecibedir. […] İslâmın siyasî düsturlarına göre, her cemiyet kendi istidadile mütenasip bir hükûmete nail olur. Âdeti ilâhiye böyledir. Halk, kendi ahlâkını, gidişini ıslaha çalışmadıkça iyi bir idareye nail olamaz, fena ellere düşmekten kurtulamaz. Müslümanlıkta veliyyülemir, halkın vekili mesabesindedir. Halk üzerindeki velâyetini yine halktan almıştır. Bu sebepledir ki, kendisinin ölmesile, yahut bertaraf edilmesiyle tayin etmiş olduğu hâkim ve sair memurlar azledilmiş olmazlar. İşte bütün bu meseleler, bu hükümler, müslümanlıkta halk hâkimiyetinin mevcudiyetinden ileri gelmiş bulunmaktadır. […] İslâmda veliyyülemir, hükümdar, hükûmet ve devlet reisi denilen zat, uhdesine düşen vazifeleri ifaya muktedir olmazsa azledilir, hal’edilir. Bu, bir mes’uliyet neticesidir, millî hâkimiyetin bir tezahürüdür. Âmme riyasetinden maksat, âmme işlerinin, menfaatlerinin intizamıdır, i’tilâsıdır. Binaenaleyh buna münafi hareketlerde bulunan, âmme maslahatlarını, âmme menfaatlerini ihlâl edip duran bir veliyyülemir, mevkiinden geri alınır, hal’edilir. İlh…”

***   

Sonra, iktidâr mevzûunda, Kur’ân’a mugâyir olarak Müslümanlarda saltanat sapması meydana geldi. Bu da iki koldan yürüdü: Sünnîlik ve Şiîlik...

Hâricîlerin haklı reyi ve bâtıl muhâkemeleri

Hilâfet mes’elesinde bunlara bir de İslâm tarihinde derin izler bırakmış olan Hâricîleri ilâve etmek gerekir. Bunlar Arab-Mevâlî, Arab-Acem, kısaca “ırkların müsâvâtı” ve “siyah bir esîr bile İmâm (Halîfe) olabilir" dâvâsı güderken haklıydılar. Fakat -bugünki Entegristler gibi- Yûsuf Sûresinin 40. Âyetindeki: “Hüküm ancak Allâh’ındır!” beyânını çarpıtıp Sıffîn Muhârebesinde “beşerî mahkeme kurulmasına şiddetle muhâlefet etmek” ve meşrû Halîfe Hz. Ali’ye isyân etmekle çok haksızdılar. Böylece kulun cumhûrî hükümrânlık ve teşrî hakkını inkâr ederek insanoğlunu şuûrsuz bir robot derekesine düşürmüş oluyorlardı. Dalâletleri bununla da kalmadı. -Yine bugünki fanatik An’anecilerin yaptığı üzere- kendileri gibi düşünmiyen herkesi tekfîr ettiler, katillerinin vâcib olduğunu îlân ettiler ve Hâricî olmadıkları için -gayr-i kâbil-i rücû şekilde- Mürted saydıkları insanların karıları ile çocuklarını dahi hûnharca katletmek derecesinde bir şiddet ve tedhîş çılgınlığına sürüklendiler. Büyük günah (“kebâir”) işlemenin Küfrü, binâenaleyh katli mûcib olduğu şeklindeki insâfsızca hükmü ortaya atarken, Resûlullah’ın Sevgi Yolundan uzaklaşıp şiddet ve tedhîş batağına saplanmak, kendilerinde insanların îmânı hakkında hüküm verme ve inancları cezâlandırma salâhiyeti vehmederek -hayât hakkından daha mühimm olan- Vicdân Hürriyetini çiğnemek gibi Kur’ân nezdinde en büyük cinâyet ve zulüm sayılan fiilleri işlemekle aslında kendi kendilerini mahkûm ettik­lerini, asıl dînsizliğin dîn adına merhametsizce kan dökmek olduğunu anlıyamadılar. Korkunc fanatizmleri onları daha başka dalâletlere de sürükledi...

Hâricîlik, bugün de [1997], yine “dîn” adına taassub bayrağı altında yeryüzünü kana bulıyan ve Afganistan'dan Îrân'dan Cezâyir'e kadar pek çok memlekette tedhîş estirerek vicdânlara tahakküm eden -İnsan Haklarından, cumhûrî mücâdeleden, sevgi dilinden, kısaca insanı insan yapan en yüce değerlerden bîhaber- fanatik Rivâyetcilerin şahsında dirilmiş gibidir…