Kur’ânî Rûhtan büyük sapma: Irkçılık dalâleti

Kemiklekmiş bir şekilde varlıklarını günümüze kadar devâm ettiren dîğer iki ana cereyana gelince, bunlardan Sünnîler (veyâ Sünnîlerin bir kısmı) “İmam Kureyş’tendir” şeklindeki uydurma bir Hadîsle açıkça ırkçılık ve gasbî hükûmet tuzağına düştüler. Kezâ Şiîler de Hz. Ali'nin Peygamber (hattâ Allâh) tarafından “vasî” tâyîn edildiği ve imâmetin onun sülâlesine âid olduğu hurâfesiyle...

Böylece Sünnîler (veyâ bâzı Sünnîler), birtakım fikir canbazlıklarıyle Emevî, Abbâsî ve sonra da Osmanlı, v.s. Sünnî saltanatları haklı çıkarmıya çalıştılar, Şiîler de önce “12 İmâm”ın, sonra Şiî Şâhların ve en son da efsânevî "Kayıb İmâm" adına iktidâr iddiâsında bulunan Mollaların saltanatını ("Velâyet-i Fakîh")...

Hâlbuki -hâşâ- Allâh-ü Teâlâ ırkçı değildir ve O'nun Kitabı da baştan sona Irkçılığın antitezidir. Ne Arabın, ne Arab içinde bir kabîlenin ve ne de bir Arab sülâlesinin diğer Müslümanlara rüchânı vardır. Kur'ân'ın muhteşem ifâdesiyle:

“Üstünlük ancak takvâ iledir!” (Hucurât-49-: 13)

Ve bir “Kur’ânî Hadîs”de dile getirildiği gibi:

“Amelde geri kalanı nesebi ileri götürmez!” (Müslim: Ebû Hüreyre; Riyâzü's-Sâlihîn  1990: 1/243)

Ahmed Cevdet Paşa da, bu Kur’ânî Hadîsi, Kısâs-ı Enbiyâ’sında, şu vecîz ifâdeyle tercüme etmiştir:

“Ameli kâsır olanı nesebi ileri götürmez!”

Peygamber sülâlesinden olmanın da insanlar arasında ne bir fazlalığı, ne de bir noksânı vardır. Onların da kimisi makbûl, kimisi mezmûm insanlardır. İnsan olmak haysiyetiyle tek tek herkes (Kur’ânî tâbirle) “mükerrem”dir. Ama insanların birbirine fâik̆iyeti, ancak takvâ ile, güzel ahlâk iledir ki onun da asıl takdîr mercii Yüce Yaradan ve kısmen de efkârıumûmiyedir. (Yoksa bizzât ferdin bu husûstaki iddiâsının ne kıymeti olabilir? Hattâ böyle bir iddiâ belki onun aleyhine bir delîldir...) İktidâr bütün insanlarındır. Ve insanlar kime isterlerse ona iktidâr salâhiyetlerinin bir kısmını devredebilirler. Kim ki insanların hür irâdesi, gönül rızâsıyle onların başına geçmemiştir, onlarla istişâre ederek hükûmet etmez ve sâdece onların rızâsı olduğu müddetce iş başında kalmaz, o her kim olursa olsun, nesebi, sıfatı, şahsî iddiâları ne olursa olsun, bir gâsıb, bir bağî, bir zâlim, bir Nemrûd, bir Fir'avundur!

 

Hz. Peygamber, meşveret husûsunda da tam bir nümûne-i imtisâldi

Görüldüğü gibi, insanlar için bir nûr olan Kitâbullâh, bizi, derinlemesine bir tefekkürle çok net bir şekilde Cumhûrî Nizâm ve tam tekmîl cumhûrî / istişârî cem’iyet fikrine götürmektedir. Öyle bir cem’iyet ki bütün kademelerinde işler meşveret ile yürür... Bu cem’iyet modeli Kur'ân'ın hedef aldığı kâmil cem’iyet modelidir ve tabiî ki her devirde gerçekleşmesi de o devrin şartlarıyle mütenâsib olacak, yânî Cumhûriyet de müesseseleriyle biteviye tekâmül edecekdir.

Hz. Peygamber’in –Kur’ânî süzgecden geçirilmiş- Hak Sünneti bu cumhûrî / istişârî cem’iyet anlayışının çok güzel misâlleriyle doludur. Bu misâllerde de görülüyor ki Tanrı Elçisi, Ümmetiyle ictimâî muhtevâlı hemen her husûsda istişâre etmiştir. Bunlar teşrî, ibâdet, askerlik, idâre, siyâset gibi muhtelif sâhalarda cereyân etmiştir. İstişârenin belki tek sınırı Vahiy olmuş, sâdece Vahiyle bildirilen husûslar istişâre dışı kalmıştır.

Bu husûstaki tesbîtimiz Üstâd Hamîdullah ile aynı istikâ­mettedir. (Fransa’da kendisini şahsen de tanıyıp feyz aldığımız ve pek çok sevdiğimiz) rahmetli Üstâd şöyle yazıyor:

1-44

Fransa’daki İktisâd tahsîlimiz zamânında (1967 – 1973), Clermont-Ferrand şehrinde, 24-26 Aralık 1971 târihlerinde akdedilen Dünyâ İslâm Genclik Kongresi’ne, birkaç Sûriyeli İhvâncı arkadaş ile berâber biz de iştirâk etmiştik. “Nazariye ile Ameliye Arasında İslâm” mevzûlu Kongreyi, Fransa Müslüman Talebeler Derneği tertîb etmiş, Kongre’ye dünyânın birçok memleketinden kırk kişi katılmıştı. Başlıca seminer hocaları, rahmetli Prof. Dr. Muhammed Hamîdullâh ile İhvân-ı Müslimîn’in -sürgündeki- Sûriye Lideri İslâm Attâr idi. O zamân Kemalist Totaliter Rejimin hoşuna gitmiyen fikirleri yüzünden aleyhinde açılan birçok dâvâ sebebiyle memleket hâricine kaçmış bulunan  Mehmed Şevket Eygi ile de orada tanışmış, sohbet etmiştik. Bu meyânda, Hocaların derslerinden bir hayli not tutmuş, Hamîdullâh Üstâd’ın bilhâssa Fıkhın menşêi hakkındaki dersinden çok istifâde etmiştik. (O Kongreye iştirâk edenlerden vefât etmiş olanların hepsine Allâh’tan ganî ganî rahmet niyâz ediyoruz.)

Çok takdîr ve hürmet ettiğimiz, eserlerinden gencliğimizden beri pek çok istifâde ettiğimiz Üstâd Hamîdullâh’a, Millî Eğitim Bakanlığı’nın burslu talebesi olarak Fransa’ya gider gitmez (Nisan 1967), islâmî mes’elelere dâir birçok suâl ihtivâ eden Türkce iki mektub göndermiş ve kendisinden Türkce olarak cevâb almıştık. Bilâhare, Millî Görüş Fransa Teşkîlâtı’nın Pâris’de Rue Saint-Denis’deki Câmiinin Bürosunu idâre ettiğimiz zamân (sene 1987), Câmii teşrîf etmişler, ayak üstü biraz sohbet etmiştik. Elini öpmiye teşebbüs etmişsek de buna müsâade etmemişti. Derin ilmi, neşredilmiş yüzlerce ilmî çalışması onu hiç şımartmamış, her zamân pek mütevâzı ve sevimli bir insan olarak kalmıştı. Etrâfından duyduğumuza göre, “Hz. Dâvud gibi” yaşamakta imiş. Onlara “Bu ne demek?” diye sorunca, “Yânî bir gün oruc tutar, bir gün yer!” diye cevâb vermişlerdi. Hakîkaten, incecik bir insandı. Başında hep kalpağı olurdu. Bizim kendisine mektubla yönelttiğimiz bir sual de, “İslâmda resim ve fotoğrafın harâm olup olmadığı” idi. Bize cevâbında, fotoğrafı, resmî muâmeleler için lüzûmlu olan vesîkalık hâricinde tasvîb etmediğini yazmıştı. Clermont-Ferrand’daki Kongre’de, o üç günden birinde, bir konferans salonunda, halka açık konferans vermiş, o kürsüdeyken bir gazeteci fotoğrafını çekmek istemiş, o esnâda derhâl başından kalpağını çıkararak yüzünü kapamıştı… Rahmetli, büyük bir İslâmiyâtçı olmakla berâber, An’aneye bu derece sâdık idi. Onun eserleri bize İslâm hakkında geniş ufuklar açmış olmak ve şahsıyetine hayrânlık ve büyük hürmet duymakla berâber, birçok fikrine iştirâk etmiyoruz. Kanâatimizce, o, meselâ aynen -yine çok sevdiğimiz- Ahmed Hamdi Akseki gibi, Rivâyetci Müslümanlığın Dirâyetci Müslümanlığa en yakın bir anlayışını temsîl ediyordu. Hepsinin mekânı Cennet olsun! Ömrümüzce her kimin bilgi ve fikirlerinden istifâde etmişsek, hepsine karşı şükrân duyuyoruz…

***                   

“İslâm Hükûmeti meşveret üzerine kurulmuştur. Bu danışmanın şekli insanın tercîhine bırakılmıştır; fakat ehemmiyeti Kur'ân-ı Kerîm’de def’alarca ele alınır. […]

“Kur'ân-ı Kerîm, şûra karârına Devlet Reîsinin veto ile karşı gelme hakkı olup olmadığını açıkça göstermemektedir. Muhtemelen, devir ve şartlara göre kendisi hakkında karâr vermek halkın tercîhine bırakılmıştır. […]

“Peygamber’in kendisine pek yakın (intime) Sahâbîlerinden birisi şöyle demektedir: Arkadaşlarına Peygamber’den daha çok danışan hiç kimse görmedim. (Tirmizî, 21: 35; İbn Hâcer: Fethu’l-Birî, XIII, 286.) Veyâhud da : Allah’ın Resûlü Ebû Bekir ve Ömer'e şöyle dedi: Her ikiniz birden aynı husûsta mutâbık iseniz, ben size karşı çıkmam!

“Râvî ilâve ediyor: İbn-i Abbâs’a göre onlar Peygamber’in iki vezîri idiler.  (İbn Kesîr, 'Tefsîr’, 1, 420; İbn-i Hanbel'e istinaden.)

“Hz. Muhammed şöyle demiştir: 'Şâyed Müslümanlara (Şûrâu'1-Müslimîn) danışmadan birisini Reîs tâyîn edebilseydim, İbn Ümm Abd’ı (Abdullah İbn-i Mes’ûd)'u tâyîn ederdim.' (İbn Sa'd, 3/1, s. 109.)”

Ve arkasından, Üstâd Hamîdullah, Hz. Peygamber’in istişâreleri hakkında birçok misâl zikrediyor. Bu meyânda, Gayr-i Müslim tebaa ile istişâreleri hakkında ayrı bir bölüm kaleme almıştır. (İslâm Peygamberi 1966: II/161-166 ve Le Prophète de l'Islam 1975: II/794-797)

 

3. Bahis: Kulun Teşrî’ Salâhiyeti (Cumhûrî Teşrî’)

Türkiye’deki dînî cemâat liderlerinden Sadreddin Yüksel, 12 Eylûl İhtilâli sonrasında (1981 / 1401), “Muhammed İslâmoğlu” nâmımüsteârıyle kaleme alıp el altından dağıttığı İslâm Açısından Laiklik isimli risâlesinde Cumhûrî Nizâm hakkındaki hükmünü şöyle îzâh ediyor:

“...Demokrasi denilen rejim, temelde, ana fikirde İslâmla çatışır, İslâma zıt düşer. Çünki Demokrasi diyor ki: ‘Kanunları vaz’eden de beşerdir, tatbik eden de.’ Yani beşer, evvelâ kanunları çıkarır, sonra çıkardığını uygular. Demek ki Demokrasi, kanun çıkartma yetkisini insanlara verir; bu hakkı, Allah’a değil, insanlara tanır.

“İslâm ne diyor? İslâmın dediği de şudur: Kanun Vâzıı, Cenab-ı Hak’tır. Beşer, ancak o mevcut Ilâhî Nizamın tatbikçisidir. Demek ki İslâma göre kanun çıkartma yetkisi Allah’a mahsustur.

“Görülüyor ki Demokrasi, Allah’ın hâkimiyetini reddeder. Evet, kanunların kaynağı olan Allah’ın Kitabı hakem ve merci olarak kabul edilmezse, Allah’ın hâkimiyeti reddedilmiş olur; hâkimiyet diye birşey kalmaz.

“Hulasa, Demokrasi rejimi, kökte, temelde ve sonuçlarda İslâmla çatışır ve İslâma son derece ters düşer. Müslüman, İslâm ile Demokrasiden hangisini alırsa, öbürünü reddetmiş olur. Kişi Müslüman olarak ikisinin arasını cem’edemez, mezcedemez. Çünki zıt şeylerdir.” (s. 26)