İnsan beyninin ve düşüncesinin en bariz hüneri dildir. Az kelimeyle konuşmak, dili ve hafızayı tembelleştirir. Bedenin güçlü ve kaslı olmasından, dilin ve hafızanın kaslı olması çok daha kıymetlidir. Bazen amansız kavgaları ve çatışmaları güç ve kas durduramazken, kaslı bir hitabet ve asırların tecrübesini omuzlamış kurmay kelimeler sulhu ve barışı sağlayabilir. Dil, düşüncenin sancağıdır; onu tahripçilere ve çalınmaya karşı korumak bir namus meselesidir.

​Zenginleştirilmiş ve çeşitlendirilmiş bir hayatı israfla yaşayıp birkaç yüz kelimeyle konuşmak, ruhun DNA'sına karşı büyük bir insafsızlık olur. Zengin ve organik bir kelime dağarcığı, zengin düşünmeyi ve uzun soluklu tefekkür etmeyi mümkün kılar.

​İnsan alışverişe çıktığında cüzdanındaki para yeterli olmayınca sıkıntı çeker ve mahcup olur. Aynı şekilde, sadece sevgiyi ifade etmekte bile zengin bir kelime hazinesi yoksa, alışverişteki sıkıntıdan çok daha büyük bir eksiklik ve sıkıntı yaşanmış olur. Sadece yazmak için değil, konuşmak, zengin duyguları ve hayalleri ifade etmek ve cömert bir anlatım sağlamak için kelime zenginliğine ihtiyacımız vardır.

​Türkistan'da binlerce yıllık tecrübeyi omuzlamış Türkçemiz, İslam'la şereflenince muazzam bir kültür, ahlak ve edep donanımı kazandı. Selçuklu ve Osmanlı, bu muhteşem dil ve kültürü sanat, edebiyat, mimari, fetihler ve dalaleti aydınlığa çevirmede kılıcı kadar keskin bir şekilde kullandı.

​Kelimeler, insanın derdini anlatmada başını yasladığı bir omuzdur. Hani bazen aradığınız kelimeyi bulamaz, o sağlam omuza erişemez ve enerjiniz tükenince sadece "neyse" dersiniz. Her zaman "neyse" demeniz, darda kaldığınızda ve diliniz mühimmatsız kaldığında "neyse" demeniz kadar etkili olamaz. Zaten ruh hali ve ihtiyaç, kelimeleri çok daha anlamlı kılar. Bazen "neyse" demek bir çığlık, bazen de boş vermişliğe işarettir. İşte bu yüzden, bir yazarın yazısında kullandığı kelimeyi hangi duyguyla kullandığını bilemeyiz. Ama en azından o kelimeyi aslına uygun okuyarak manevi bir bağ kurarız ve o bağ, düşünceyi ve maksadı ruhumuza yakınlaştırır.

​Bediüzzaman, Kur'an'dan aldığı ilhamla iman hakikatlerini yazarken adeta kelimeler ve cümleler, bu hakikatlerin ortaya çıkması için bir yarışa girmişlerdir. Sanki güzel bir ekspres tren olabilmek için, lokomotifin peşine, yani o meseledeki hakikatin peşine, vagonlar misali itinayla dizilmişlerdir. Bediüzzaman'a dinsiz rejim tarafından zulüm yapıldığı bir dönemde, ilk saf ağabeylerimiz fedakârlık ve kahramanlık yaparak destek verdiklerinde, kelimeler de adeta "Biz de yardıma hazırız, biz de bu yarıştayız" dercesine Üstad'ın ortaya koyduğu hakikatlere göz alıcı bir omuz vermişlerdir. Çünkü her bir kelime o kadar muntazam, her bir cümlenin dizilişi o kadar müthiştir ki, Allah'ın yardımı olduğunu apaçık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Dilin orijinal olması ve kelimelerin kuyumcu zarafetiyle dizilişi, elbette hakikatlere bir derinlik ve muhteşem bir estetik katmaktadır.

​Risale-i Nurların orijinal metnine eklemeler yapmak, gelecek nesillere bu muazzam eserleri orijinal haliyle ulaştırmamak demektir. Oysa bu dil bir sancaktır; onu elden ele kıyamete kadar gelecek insanlara sağlam bir şekilde teslim etmek, onların da geçmişte kalan bizler için dualarına mazhar olmak ve onların da dillerini muhafaza etmek demektir. Asırlarca konuşulmuş bu dili onlara da sağ salim ulaştırmakla, onları istikbalin tehlikelerinden koruma adımını atmış oluruz.

​İnsanların tuhaf bir şekilde plaza dili, sosyal medya dili ve argo kelimelerle robotlaşmayı seçip de ruhu ve canı olan öz dilimizle barışmaması anlaşılır gibi değildir.

​Bin yıllık dilin muhafızlarından biri olan Bediüzzaman, "Her bir kelimede otuz defa meydan muharebesi vukua geldi. Bu risalede yazılan her bir kelime, her bir kayıt, kazandığım bir muzafferiyete işarettir" diyerek, her bir kelimenin küfür karşısında kazanılan zaferin bir askeri gibi kayıt altına alındığını ve kelimelerin – dilin korunması gerektiğini göstermektedir. Yine Bediüzzaman, "Derler: - Sözlerin iyi anlaşılmıyor? Bilirim ki kâh minare başında, kâh kuyu dibinde konuşuyorum. Neyleyeyim zuhurat öyle. 'Şuâat' ve şu kitapta mütekellim aciz kalbimdir. Muhatab asi nefsimdir. Müstemi' müteharri-i hakikat bir Japon'dur. Temaşa eden bunu düşünmeli" diyor.

​Aklımızı ve yüreğimizi yaralayan, camilerin ahır ve bilmem ne hane edilmesi, ezanın yasaklanması gibi olayları hatırlarken, dilimizin dilim dilim edilmesi de çoğu kez aklımızdan çıkıyor. Organik ve bin yıl İslam'la nakışlanmış dilimizin aslından koparılması, bizi aslımızdan, arşivimizden, kültürümüzden ve hatta mezar taşlarımızdan bile uzaklaştırmak içindi. Bu uzaklaştırmanın neticesinde, Ehl-i Sünnet İslam âlimlerinin muhteşem eserlerinden istifade etmenin ve ecdat gibi parlak bir imana sahip olmanın önü kesildi. Bir gecede dilimizin üzerine yüz yıllık bir gün batımı yaşatılınca, karanlık, uyduruk ve ruhumuza, kalbimize hitap etmeyen bir dili bizden olmayan kişilerin ellerine teslim ettiler.

​Sadece imansızlığı dert edinmemiş, aynı zamanda İslam'ın bahadır evlatlarının dilinin muhafazasını da dert edinmiş olan Bediüzzaman'ın ruhundan süzülen kelimeleri, dertli ve fedakâr talebeleri de sahiplendiler, dokunmadılar ve Üstad'ın arzusu üzerine neşriyatı orijinal haliyle devam ettirdiler. Ki zaten öyle olması, müellife ve eserlerine bir vefadır. Şimdi bizler de hem Nur Reçetelerinin diline, sayfa düzenine, hatta üniforması olan kapağın kırmızı rengine bile sahip çıkarak inşallah vefamızı göstermeye devam edeceğiz. Risale-i Nurlardan ilham alarak kendi isimleriyle kitap çıkaranları da tebrik edip alkışlayacağız. Risale-i Nurların verdiği ilhamla ortaya çıkan hakikat dolu kitaplar ancak takdir edilesi bir gayrettir.

​Son Söz: Herkes dilimizin bozulmuş olmasından şikâyet ederken, bin küsur yıldır imanla parıldamış dilin söndürülmesine çalışanlara adeta yardım edercesine Risale-i Nurların diline ve muhteviyatına el uzatmaya kalkmak, bilerek veya bilmeyerek, "Dilin bozulmuşluğuna bir katkı da bizden olsun" demek gibi bir şey olur.