Kanuna ve kurala uyarak ücretini ödeyip bindiğim vapur; suyun kaldırma kuvveti ve hareket yasalarına göre ilerlerken, ben de camdan dışarıyı izliyordum. Ruh, kalp ve beyin; kendilerine konulmuş kanunlarla çalışıyor, göz ise o kanunlara itaat ederek görüyordu. Aynı anda başka bir nizam da düşünmeme eşlik ediyordu.

Bazı yolcuların elinde telefon, kulaklarında kulaklık vardı; kimi müzik dinliyor, kimi film izliyordu. Bütün bunlar da ancak telefona uygun yazılım ve kurallarla mümkündü. Kanunsuz, kuralsız hiçbir şey mümkün değildir. Güzel bir tostun bile bir kuralı vardır: Yakmadan hazırlamak.

Karşıyaka vapurundan inerken arkamda yürüyen iki genç kızdan biri, diğerine hararetle bir şeyler anlatıyordu. Ben Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ne doğru yürürken onlar da peşimden geliyordu. Denizin dalgalarından sıyrılmıştım ama düşüncelerimin dalgasından henüz kurtulamamıştım.

Bir anda kulaklarım keskinleşti. O genç kızlardan biri, diğerine işitilir bir sesle şöyle dedi:
“Kızım, bilmiyorsun… Şeriat gelecek.”

Gayri ihtiyari geri döndüm. Dövmelerle süslü, çağdaş görünümlü, vücudunun büyük kısmı açık bir genç kadındı. Kadını istismar eden bazı modacıların kulakları çınlasın: Kumaşı azaltarak zarafeti nasıl da yok ettiler!

Yürümeye devam ederken cümleyi bir kez daha tekrarladı:
“Şeriat gelecek, görürsün bak!”

Yeniden düşüncelere daldım. Aslında bu genç hanım, şeriatın tam da içinde yaşadığının farkında değildi. Aldığı nefes, belli bir kanuna göre vücuda giriyor; yine bir kanuna göre karbondioksit olarak dışarı çıkıyordu. İnsan anatomisinde hüküm süren bu ilahî düzen—yani Allah’ın koyduğu kanunlar—yediklerimizi hassas işlemlerden geçirip vücuda faydalı hâle getirmiyor mu? Vücuttaki “lojistik memurlar” sayesinde hücrelere oksijen ve gıda taşınmıyor mu? Anatominin şeriatı olmasa, yediklerimizle içtiklerimizle şişip kalmaz mıydık?

Bir köy muhtarı bile devletten aldığı yetki ve kurallarla köyü yönetir. Çobanın dahi bir nizamı vardır; sürü ona göre hareket eder. Göz, kulak, kalp, karaciğer… Hepsi ilahî kanunlarla yönetilir. Bu düzen bozulsa, hiçbir organ görevini yapamaz.

O genç kızın vücudundaki dövmeler bile hesapla, ölçüyle, kuralla yapılmıştır. Eğer öğrenciyse okulunun bir nizamı vardır; çalışıyorsa iş yerinin kanunları vardır. Bu kuralların dışına çıkarsa maaş alamaz, okulda başarı sağlayamaz. Hiçbir kurum iş ilanına şu cümleyi yazmaz:
“Bize kanunsuz, kuralsız insanlar lazım!”

En basit iş yerinin bile bir şeriatı, yani kuralı ve kanunu vardır. Kısacası: Şeriat; kanun, kural ve nizamdır. Kâinat baştan sona bu düzenle idare edilmektedir.

Bu milletin çocuklarına, analarına babalarına yıllarca şeriat düşmanlığı aşılandı. “Biz Allah’a düşmanız” diyemediler; çekindiler. Onun yerine Allah’ın kanunlarını öcü gibi gösterdiler. Böylece Allah’a olan kinlerini bu yolla sergilediler.

Oysa bilmiyorlar ki, şeriatı kötülemek de, “şeriat gelecek” diye korku yaymak da ilahî kanunlara bağlıdır. Allah’ın verdiği akıl, dil ve ifade kabiliyeti olmasa, kim konuşabilir, kim yazabilir? El ve parmaklar bile kendilerine yüklenen ilahî yazılıma göre hareket eder. Bu yüzden, ne olduğunu bilmeden, dinlemeden, anlamadan düşmanlık etmek akıllıca değildir.

O gün eve dönerken derin bir pişmanlık yaşadım. Keşke durup o genç kardeşlerimizden izin isteyerek, kırmadan incitmeden birkaç söz söyleyebilseydim. Şöyle diyebilseydim:

“Kardeşim, şeriattan—Allah’ın kanunlarından—korkmayın. Zalimden, ahlaksızdan, kanunsuzluktan korkun. Ölçüsüz, kural tanımaz, insanlığı tarumar edenlerden korkun. Başını kaldır, güneşe bak: Milyarlarca yıldır Allah’ın koyduğu nizamla itaatle çalışıyor. Asıl korkulması gereken, hayatı ölçüsüz yaşayan ve yeryüzünü cehenneme çevirenlerdir. İnsan, kimden korkacağını bilirse gerçek düşmanını tanır.”

Bunları diyemediğim için, o gençlerin vicdanında bir kıvılcım oluşturamadım.
İşte bu yüzden…
Çok pişmanım. Çok.