Gece yarısı... İstanbul’un o meşhur, kemik sızlatan nemli ayazı hüküm sürüyor sokaklarda. Termometreler eksi 3dereceyi gösterse de hissedilen soğuk, insanın ciğerine işliyor. Bir adam, otoyolun tenha bir köşesinde, arabasının direksiyonuna çaresizce vuruyor. Kontak anahtarını çeviriyor; tık yok. Motor susmuş, metal yığınına dönmüş araç, gecenin karanlığına gömülmüş.
Günlerdir yanıp sönen o ikaz lambasını, "Hele şu işleri bitireyim, sonra sanayiye uğrarım" diyerek ertelemişti. Şimdi ise o ihmal, ona İstanbul’un ayazında korkunç bir fatura kesiyor.
Peki, ne yapıyor dersiniz? Önce bir panik dalgası... Kalorifer çalışmadığı için araç dakikalar içinde bir buzdolabına dönüyor. Titreyen parmaklarla telefona sarılıp, yol yardımı arıyor. Buluyor da... Ancak o çekicinin gelmesi için, o dondurucu rüzgârın altında, dişleri birbirine vurarak tam 50 dakika beklemesi gerekiyor. Çekici nihayet geliyor lakin o meş’um bekleyişle zatürreye adeta davetiye çıkarıyor. Ertesi sabah, ateşler içinde yanan bir beden, kaçırılan sabah toplantıları ve pasaportunu evde unuttuğu için gidemediği yurtdışı seyahati gibi koca bir dert yumağıyla baş başa kalıyor.
Hadisenin bam teli şurası: Bu adam, insan zihni ve toplum ahvali üzerine kelam eden, başkalarına yol gösteren bir kalem erbabı. Kelimelerle dans eden biri bile olsa, stres denilen o illet kapıyı çaldığında o da "kilitleniyor". Çünkü zihin dara düştüğünde, beyin kortizol salgılıyor. Bu hormon zihne bir sis gibi çöküyor, mantığın ferini söndürüyor.Ormanda bir yırtıcıyla burun buruna geldiğinizde derin düşüncelere dalmanıza gerek yoktur; tabiatınız "kaç" der. Ama şehrin o bitmek bilmez hayhuyunda bizi kovalayan aslanlar yok; teslim tarihleri, yanan ikaz lambaları ve gelecek kaygısı var.
Oysa kadim kitaplar bizi yüzyıllardır bu "küçük ihmallerin büyük bedelleri" konusunda uyarır durur.
Binbir Gece Masalları'nın o meşhur ilk cildini hatırlayın. Hani şu, hurma ağacının altında oturup azığını yiyen zengin tacirin hikayesini... Tacir, yediği hurmanın çekirdeğini şöyle bir fütursuzca fırlatır atar. O an karşısına devasa bir İfrit dikilir ve kılıcını çekerek haykırır: "Kalk, çocuğumu öldürdüğün gibi ben de seni öldüreceğim!". Tacir şaşırır, "Ben senin çocuğunu nasıl öldürebilirim?" diye sorar. İfrit cevap verir: "Hurmaları yiyince çekirdeklerini fırlattın. Çekirdekler oğlumun göğsüne çarptı; onu yaraladı ve hemen oracıkta öldü".
Bir hurma çekirdeği... Ve karşılığında bir can bedeli.
Tıpkı o tacir gibi, bizim yolda kalan adamımız da "bir şey olmaz" diyerek fırlatıp attığı o küçük ihmalin (yanıp sönen o minik ışığın), gecenin bir yarısı karşısına bir felaket İfriti olarak dikileceğini hesap edememişti.
Biz insanoğlu, genelde testi kırıldıktan sonra dizimizi döver, "Nerede hata yaptık?" diye hayıflanırız. Oysa marifet, henüz testi sağlamken o çatlağı görebilmektedir. Bugünün ilmi buna "Ölüm Öncesi Bakış" (Premortem) diyor; yani işler yolundayken "Ne ters gidebilir?" diye sormak. Bu bir karamsarlık değil, aksine bir basirettir.
Tam da bu noktada, asırlar öncesinden Hazreti Mevlânâ, Mesnevi’sinde kulağımıza o kadim hakikati fısıldar: "Akıl, sonradan ah vah edip dövünmemek için, işin sonucunu önceden görendir."
Eğer o gece yolda kalan adam, Hz. Mevlânâ’nın işaret ettiği o ferasete sahip olsaydı, o ikaz lambası ilk yandığında sanayinin yolunu tutacaktı. Çünkü fırtına koptuğunda kahramanlık yapılmaz, önceden kurulan düzen insanı kurtarır.
Lakin burada ince bir sırat köprüsü üzerindeyiz. Gelecekteki muhtemel dertleri düşünmek bizi tedbirli mi kılar, yoksa korkudan elimi kolumu bağlar mı? Yapılan araştırmalar, toplumumuzun huzur terazisinin ne denli bozuk olduğunu, mutluluk sıralamasında maalesef en altlarda yer aldığımızı yüzümüze çarpıyor. Neden bu kadar keyifsiziz? Çünkü zihnimizi sürekli "istemediğimiz şeylere" odaklıyoruz.
Hele bir de bizim gibi, sanatın o kadim "Ahilik" ruhunun ve "silsile" usulünün zayıfladığı, eğitimin çarklarının paslandığı coğrafyalarda işler daha da çetrefilleşir. Bir baba, evladının istikbalini; bir genç, kendi ilmini dert edindiğinde bakar ki o eski usta-çırak güveni kalmamış. Üstelik sırtınızda ağır bir yük; geleceğiniz için kendinize ve ailenize verdiğiniz sözler var. İşte o vakit, tutulamayan bu sözlerin ağırlığı ve duyulan kaygıyla toplumsal bir huzursuzluğun, hatta kaçınılmaz bir muhalefetin filizlenmesi olağandır. Bu öfke yersiz değil; körelen bir sistemde ayakta kalma çığlığıdır.
Şu cümleleri bir tartın vicdanınızda: "Kaybetmek istemiyorum", "Hata yapmak istemiyorum", "Hasta olmak istemiyorum". Bu yakarışlar insanı edilgenleştirir, bir köşeye sıkıştırır. "Kaybetmemek" üzerine kurulu bir ömür, insanı asla "kazanan" yapmaz. Garip ama hakikat: Başarısız olmamanın tek garantili yolu, hiçbir şey yapmamaktır. Eleştirilmemenin tek yolu, hiçbir eser ortaya koymamaktır. Ama bu usul sizi başarılı da yapmaz, sadece "yaşayan bir ölü" kılar. Rotayı "Neyi istemiyorum?" sorusundan, "Neyi istiyorum?" ufkuna çevirmek zorundayız.
Diyelim ki her türlü tedbiri aldınız, hedefe kilitlendiniz ama yine de işler yolunda gitmedi. Hata yaptınız.
Bir bayram ziyaretinde elindeki çay tepsisini deviren o mahcup genci veya kalabalık bir toplantıda sunum yaparken dili tutulan, bildiklerini unutan o babayiğidi düşünün. O an yerin dibine girmek, bir daha o topluluğun içine çıkmamak ister insan. Lakin "Metanet" (Fortitude), o kırılan bardakları halının altına süpürmek değildir.
Metanet; hatayı kabullenip, o mahcubiyeti bir "utanç" değil, bir "tecrübe" olarak sırtlanabilmektir. İnsanın kendine verebileceği en büyük hediye, hatasından ders çıkarıp kendini affedebilmesidir. Yenilgi veya hata, eğer kaçıp saklanmazsanız, sizi pişiren en harlı ateştir.
Velhasılkelam, zihin dediğimiz o karmaşık yapı, darlık anında bize oyun edebilir. Bu işin fıtratında var. O yüzden kış gelmeden odunu kömürü hazırlamak gerek. Ancak bu tedbiri alırken, hayatı bir "korku tüneline" çevirmemeli. Sürekli duvara çarpmamak için frene basan bir şoför, asla varacağı yere ulaşamaz.
Hayatınızı, başınıza gelmesinden ürktüğünüz felaketleri savuşturmakla mı tüketeceksiniz? Yoksa arada bir çay tepsisini devirmeyi, hatta icabında o yolda ayazda kalmayı göze alıp, gönlünüzdeki o asıl muradı inşa etmek için mi ter dökeceksiniz? Unutmayın; dövünmek ölüler içindir, biz yaşayanlara basiret ve cesaret yaraşır.
Bu hafta kendinize dürüstçe sorun: Şu an aldığım kararların kaçı "bir şeyden kaçmak" için, kaçı "bir şeye ulaşmak" için? Eğer kaçış kararları ağır basıyorsa, pusulayı yeniden ayarlamanın vaktidir.