0

On beş, on altı yıl kadar önce…

Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Sayın Abdullah Gül ve AK Parti kurucu kadrosunun diğer önemli isimleriyle memleket meseleleri ve "Yeni Dönem Stratejileri" hakkında konuşurken, karşımıza hep "REELPOLİTİK" kavramı çıkardı.

Daha ziyade, Sayın Abdullah Gül kullanırdı bu kavramı.

Politika: "Mümkün olanı yapma sanatı!"

İdealler ve gerçekler…

Arzularımız;

"Yeniden Büyük Türkiye", "Adil bir düzen", "her türlü vesayet odağının etkisinden arınmış" bir ülke…

İfade, din ve vicdan hürriyetinin önündeki bütün engelleri ortadan kaldırmış…

Gelir dağılımındaki adaletsizliklere son vermeyi başarmış, yüksek teknolojiye dayalı yüksek katma değerli malları üretebilen, nice küresel markaya sahip bir memleket…

Sayın Erdoğan, o günlerde "çay-simit" hesabı yapardı meydanlarda…

Durum gerçekten çok berbattı;

Her öğün iki simit yese vatandaş, yanına ikişer de çay içse, şu kadar para…

Bu vatandaş, hangi parayla kirasını, faturalarını ödeyebilecek, çoluğunu çocuğunu hangi parayla okutabilecek, "kültürel ihtiyaçları için" ne kadar para ayırabilecek…

Bir de, asker ocağındaki evladına nasıl para gönderebilecek?

Memleket yangın yeri gibiydi; esnaf gırtlağına kadar borca batmıştı, IMF'nin dandik memuru "Cotarelli", ikide bir "kral" edasıyla gelir, "üç dolarlık" kredi dilimlerini serbest bırakmalarının şartlarını yerine getirip getiremediğimizi kontrol ederdi.

Zamanın idarecileri üç buçuk atardı, herifin ağzından piyasaları rahatsız edecek "tek kelime" çıkmasın diye…

O günlerde…

Çukurdaki moralleri yüzeye çıkartmak, güven ortamını tesis etmek, toplumsal mutabakatı sağlamak hayati önemdeydi.

Memleketin "mevzuat" ve daha da önemlisi "fikriyat" reformunu hızlı bir şekilde gerçekleştirmesi gerekiyordu.

Bunun için de farklı kesimlerin desteğinin alınması şarttı.

Değişimi, Avrupa Birliği mevzuatı ve zihniyeti üzerinden gerçekleştirmek durumundaydık…

Ak Parti, iktidarının ilk yıllarında bunu başarabilmek istedi.

Biraz oldu, biraz olamadı.

Doğrular yapıldı, yanlışlara imza atıldı, isabetli kararlar verildi, aldatanların oyunlarına gelindi…

Kapatma davaları, e-muhtıralar, 367 krizleri, nice darbe girişimleri, terör hadiseleri…

Vesaire…

Uzun uzun anlatmayayım; neler yaşadığımızı, ne sıkıntılarla karşı karşıya kaldığımızı biliyorsunuz…

Kaç kere uçurumun kenarından döndük…

AK Parti, çok zorlu dönemlerden geçti, çok büyük engelleri aştı…

Bunu yapabilmesi için "reel politik"in gereklerini yerine getirmesi şarttı…

Kadrolar da buna göre kuruldu.

Öyle vakitler oldu ki, davaya büyük katkı sağlamış, nice liyakat sahibi vatan evladını "dışlamak" gerekti.

Bunların yerine de, Recep Tayyip Erdoğan'ı sırtından hançerleyecek nice "kalitesiz adam" sırf vitrin olsun diye bünyeye alındı, bünyede tutuldu.

Nice "omurgasız goygoycu"ya da, gerektikçe kullanılmak üzere itibar edildi…

Vesaire…

İyisiyle, kötüsüyle ne olaylar yaşadık, ne tecrübeler edindik.

Bu tecrübelerden istifade ederek, "AK Parti'nin yeni döneminde kimler olsun, kimler olmasın!" diye değerlendirmelerde bulunuyoruz…

Bir parti sonuçta bahsettiğimiz; tertemiz bir terkibi oluşturabilmek ne mümkün…

Hiç kimse kusursuz değil ve biz kusurlu insanların oluşturduğu bir partiden veya herhangi bir partiden "yüzde yüz"e yakın isabet bekliyoruz.

Hayır, bu olmaz.

Bir toplumun hastahanesi neyse postahanesi de odur.

AK Parti, partilerden bir partidir.

Bugün için memlekete hizmet etme potansiyeli en fazla olan partidir.

Daha iyisi gelene kadar en iyisidir!..

Recep Tayyip Erdoğan da, yedi düvelin hedef aldığı bir Dünya Lideri'dir.

Samimidir, gayretlidir, siyaset ustasıdır.

Çok büyük meziyetleri vardır ama O da, kendisinin de sık sık ifade ettiği gibi hatadan münezzeh değildir!

Onun da, zor durumlarda sırtını yaslayabileceği, hata yaptığında da "usulünce" uyarabilecek "kardeşlere" ihtiyacı vardır.

O "kardeşler" fazla ortada görünmezler, söylemeleri gereken kadarını söylerler…

Çok konuşmazlar.

Çok "DUA" ederler!

REEL POLİTİK VE GERÇEKLER

Demem o ki;

Hiçbir parti, ideallerimize tam manasıylacevap veremez. Hiçbir parti, kahir ekseriyeti çok düzgün insanlardan oluşan bir kadro kuramaz. Demokratik düzende, ipi önde göğüsleyebilmeniz için 'mümkün olduğunca geniş' bir çerçevede yer alanların taleplerine cevap vermeniz gerekir. Seçim kazanmanız için ne yapmanız lazımsa onu yapmanız gerekir. Şahsi menfaatleri tatmin de, bu çerçevededir! Partiye yanaşan herkes çok büyük laflar eder ama kahir ekseriyetinin 'kişisel beklentileri' vardır. Kimse 'Ben bu partiye menfaatim icabı destek veriyorum!' demez ama çoğunluğun motivasyonu budur. Bu da eşyanın tabiatı gereğidir!

Menfaat beklemek, 'demokrasi ahlakı'na göre ayıp da değildir.

İslam'ın doğruları değişmez, demokrasinin doğruları sürekli olarak değişir! Konumunuzu partiye göre belirlerseniz, sürekli olarak görüş değiştiren bir insan haline dönüşürsünüz.

Kendinize saygınız azalır.

Demokratik sisteme ve o sistemin temel unsuru olan partiye, "inanç meselesi" olarak bakarsanız, hayal kırıklığına uğrarsınız.

"Hizmet gören bir aygıt" olarak bakarsanız, ara sıra arıza vermesini normal bir durum olarak görürsünüz.

"Tamir fayda etmez" noktaya gelmişse durumu, değiştirmeyi düşünürsünüz!

Otuz yıllık gazetecilik hayatının tamamını siyaseti, yarısını da AK Partili yılların domine ettiği siyaseti takiple geçirmiş bu kardeşiniz…

AK Parti'nin 21 Mayıs Kongresi'nde gerçekleştireceği "Değişim"e ilişkin "Çok Büyük" beklentilere ihtiyatla yaklaşmak durumundadır.

Bilmektedir ki; taleplerle gerçekler birbirleriyle asla ve kat'a örtüşmemektedir.

"Talep" sahibi vatandaşlar, yeni kadroların,

"Hayatlarında olumsuzluk bulunmayan, devlet ile akçeli işi olmamış, aile hayatı çok düzgün, güvenilir, birikimli, alçakgönüllü, cimrilikten ve savurganlıktan uzak insanlardan oluşmasını, vs." talep etmektedir.

Talep edilen özellikleri alt alta dizdiğinizde, karşınıza "Evliyalar Partisi" gibi bir oluşum çıkıyor.

Bu mümkün mü?..

İdeal olan elbette bu ama, bir siyasi partinin böyle bir yapıyı tesis etmesi ne kadar mümkündür?

Para ve mevki mücadelesinin olduğu her yerde bir takım sıkıntılar yaşanabilir.

Yapılabilecek olan, bunu en aza indirebilmektir…

SİVİL TOPLUM VE MEDYA BAĞIMSIZLIĞI…

Birileri, "Sivil toplum ve medya bağımsız olmadıkça bu işler tam olarak düzelmez!" diyor.

Bense…

Bu alanlardaki "bağımsızlık" beklentisini de çok yerinde bulmuyorum.

"Sivil Toplum" örgütleri her ülkede bir takım bağlantılar içindedir…

Medya da öyledir; dünyada "yüzde yüz bağımsız" bir medya organı varsa da ben bilmiyorum.

Siz biliyorsanız söyleyin.

Çözümü sivil toplum örgütlerinden, medyadan beklemek de yanlış yani…

Otuz yıl boyunca, olanı biteni yakından izlemeye çalışan ve bu işler için kafa patlatan bir kardeşiniz olarak…

Bugün geldiğim noktaya ulaşabilmek için boşuna çaba sarf etmişim.

Mesele ne?

İşittik ve itaat ettik;

"Bir topluluk kendini değiştirmedikçe Yüce Allah onları değiştirmez!"

"Yüce Allah kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez."

Bize düşen, kendimizdeki olumsuzlukları azaltmak için gayret sarf etmek…

Elimizden gelen gayreti sonuna kadar ortaya koymak…

Bizi yöneten kadroda mümkün olduğu kadar fazla "vasıflı" insanın bulunması için gayret sarf etmek…

Bu konularda bildiklerimizi ifade etmek…

Kesin bilgi sahibi olduğumuz konularda tavsiyelerde bulunmak…

Takdiri, sonucu da, Yüce Allah'tan beklemek…

Bir dostuma; "Bu işler sence ne vakit düzelecek?" diye sorduğumda;

"Sabah namazlarında aile efradıyla cemaat yaptığımız vakit!" karşılığını almıştım.

Kendimizden başlayalım…

Biz ne durumdayız; başımızdaki amire karşı en küçük kusur işlemekten korkan bizler, Yüce Allah'a karşı nice kusur işlerken ne kadar da rahatız!..

Bizler, işlerimizde "Kitap"a mı uyarız, yoksa işlerimizi "kitabına" mı uydururuz?

Şu veya bu mevkide bulunmamızın, zenginliği bilmem kaça katlamamızın bizim için "hayırlı" olup olmayacağını bilemeyeceğimize göre…

"Helal yollardan" gayret sarf ettikten sonra, niçin tevekkül etmeyiz?

Çıkar çekişmemiz veya çatışmamız olan bir kişi hakkındaki söylentilere hemen inanmamız nedendir?..

Yüce Allah;

"Ey iman edenler, eğer bir fasık size bir haber getirirse, onu 'etraflıca araştırın" buyur muyor mu?

Yüce Allah;

"İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır" buyururken…

Yüce Allah'ın böyle bir vaadi varken…

Niçin, her durumda kaytarmanın yollarını ararız?..

Ve niçin hep "değişimi" birilerinden bekleriz?

Mesele bizde oysa;

"Bir topluluk kendini değiştirmedikçe Yüce Allah onları değiştirmez!"

Bugüne kadar başımıza ne geldiyse sorumlusu elbette biziz…

Zira;

"Haşa, zulmetmez kuluna Hüdası, herkesin çektiği kendi cezası!"