Her sene Aralık ayı geldiğinde, asgari ücret ekonomi gündeminin bir numaralı aktörü olur. Tüm ülke ekonomisi için belirlenecek rakamın 1 TL’si bile adeta bir kuantum saatin salisesiymişçesine dikkatle hesaplanır.

30 aydır devam eden enflasyonla mücadele süreci nedeniyle her geçen sene rakamın belirlenme sürecinde ipler daha da gerildiğinden illa ki “yok mu bunun başka bir yöntemi?” diye düşünülür; ekranlarda ve sosyal medyada başta ekonomistler ve siyasiler olmak üzere geniş kitlelerin söylemleri çerçevesinde uzun uzadıya tartışılır. Rakam belirlendikten sonra ise hızla mesele kapanır ve bir dahaki sene gelene kadar zaman zaman üzerine konuşulsa da hızlıca gündemimizden çıkar.

Bu sene durum biraz farklı oldu. Son 29 toplantının sadece 6’sındaki ortak mutabakat ve 2’sindeki hükümet temsilcilerinin desteğiyle talebini kabul ettirme hariç 21 defa istekleri reddedilen işçi tarafı toplantılara katılmayacaklarını ifade edince farklı bir kulvara girildi. Hükümet temsilcilerinin resmi olmasa da temsil sisteminde değişiklik yapılabileceğine dair verdikleri mesajlar basına yansıyınca bu defa “yok mu bunun başka bir yöntemi?” sorusu daha güçlü sorulmaya başlandı.

Hal böyle olunca da okurumuza bir iki örnekten bahsedip Türkiye için detaylandırılmamış olsa da bir öneride bulunmayı en azından bu konuda biraz düşünmenin önünü açacak bir taslak sunmayı faydalı bir girişim olarak değerlendirdiğimden bu klavyenin başına geçtim.

Japonya ve Almanya örneklerine biraz göz atarak başlayalım.

Japonya ve Almanya, çalışma hayatını düzenleme biçimleriyle yalnızca kendi ülkelerinin değil, küresel ekonomik düşüncenin de üzerine titrediği iki farklı modeli temsil ediyor.

Biri bölgesel çeşitliliği esas alan, saatlik yapıya dayalı ve kurumların gölgesinde şekillenen bir mimari kurarken; diğeri ulusal düzeyde disiplinli bir konsensüs üretip işçi–işveren–devlet üçgeninde dengeyi koruyan bir çerçeve inşa ediyor.

Bu iki ülkenin ortak paydası, asgari ücreti siyasi bir tartışma aparatından ziyade ekonomik bir mekanizmanın parçası haline getirmeleri. Her biri kendi kültürüne, üretim modeline ve toplumsal reflekslerine uygun bir yol bulmuş durumda.

Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik yapı ise her iki modelden de ders almayı gerektiren bir karmaşıklık sunuyor. Bu nedenle iki ülkenin yaklaşımını anlamadan Türkiye için hızlı ve yol gösterici, fayda üretici bir öneri geliştirmek mümkün değil.

Japonya’nın modeli önce bölgeyi, sonra ülkeyi anlamaya dayanır. Kırk yedi eyaletin ekonomik yapısı birbirinden farklıdır. Başkentin yoğun hizmet sektöründen, kırsal bölgelerin tarıma dayalı ekonomilerine kadar geniş bir çeşitlilik bulunur.

Japonya işte bu gerçekliği ücret politikasının omurgasına yerleştirmiş durumda. Önce ulusal düzeyde işverenleri, sendikaları ve akademiyi bir araya getiren bir konseyle yıllık artış çerçevesini belirliyorlar. Bu çerçeve ülkenin ekonomik büyümesi, işletmelerin karlılığı, işgücü verimliliği ve bölgesel geçim maliyetleri gibi çok katmanlı göstergeler ışığında hazırlanıyor. Yani bizde hiç dikkat edilmeyen bir dizi önemli veriye bakıyorlar.Ardından her eyalet kendi koşullarına uygun bir değerlendirme yapıyor ve bölgesel asgari ücretini belirliyor.

Bu yaklaşımın temel felsefesi, “ülke tektir ama ülke ekonomisinin içerideki yansımaları aynı renkte değildir” düşüncesidir. Japonya’nın asgari ücreti saatlik tanımlaması da bu felsefeyi güçlendiriyor. Böylece çalışma süresine göre esnek bir gelir yapısı oluşuyor ve ülkedeki işgücü merkezin değil, kendi bölgesel gerçekliğinin şartlarında fiyatlanıyor

Diğer örneğimiz Almanya’da ise farklı bir yol izleniyor. Ülke, ulusal düzeyde tek bir asgari ücreti esas alıyor. Fakat bu ücretin belirlenmesinde siyasetten tamamen bağımsız bir komisyona yetkiler devredilmiş durumda. Mindestlohnkommission adı verilen bu yapı, işveren örgütleri, sendikalar ve bağımsız ekonomistlerden oluşuyor. Komisyonun görevi yalnızca ücret tespit etmek değil tabi ki. Bunu yaparken iş piyasasının genel sağlığını gözetmek de en önemli görevleri arasında.

Almanya modeli verimlilik ile işveren maliyetinin birlikte hareket etmesini önemsiyor. Şirketlerin rekabet gücünü aşındırmayan ama çalışanların refahını erozyona uğratmayan bir orta yol üretmek en temel hedef. Ayrıca Almanya’da bazı sektörler kendi asgari ücretlerini belirleyecek ek mekanizmalara da sahip. Lojistik, inşaat veya bakım hizmetleri gibi alanlarda ulusal ücretin üzerinde bölümler tanımlanabiliyor. Böylece Almanya Japonlarınkinden farklı olarak bölgesel değil ama sektörel farklılığı sistemine entegre edebiliyor.

Elbette, ülkenin dezavantajı olan yüksek işgücü maliyetlerini kontrol altına almak için komisyonunun metodolojisi büyük önem taşıyor. Çünkü ancak ücret politikası ülkenin verimlilik artışına paralel seyrederse sürdürülebilirlik ve istikrar korunabiliyor.

Her iki modeli yan yana koyduğumuzda iki büyük gerçek karşımıza çıkıyor.

Birincisi, ücretin ekonomik gerçeklikten kopuk belirlenmesinin hem işveren hem çalışan hem de makro istikrar için zararlı olduğu. İkincisi, “tek ülke tek ücret” ile “çok bölge çok ücret” yaklaşımlarının avantajları ve dezavantajları bir arada ele alınmadıkça bir ülkenin kendi özgün modelini kurmasının mümkün olmadığı hususu.

Türkiye tam da bu ikili arasında bir yerde duruyor. Mevcut sitem ulusal bir rakama dayansa da yaşam maliyeti, istihdam kapasitesi ve sektörlerin rekabet koşulları bölgeden bölgeye ciddi biçimde değişiyor. Bu nedenle Japonya gibi bölgesel ayrışmayı tamamen merkezine alan bir modele geçmek şu aşamada Türkiye’nin kurumsal yapısıyla tam örtüşmeyebilir. Almanya gibi tek bir ulusal ücret belirleyip bunu bağımsız bir komisyona bırakmak ise siyasi kültür ve piyasa yapısı nedeniyle tek başına yeterli olmayabilir. Türkiye’nin ihtiyacı bu nedenlerden ötürü söz konusu iki modelin güçlü taraflarını bir araya getiren karma bir çerçevede saklı.

Bu karma modelin temel taşlarını şöyle düşünebiliriz:

İlk olarak Türkiye’de ulusal asgari ücret yine varlığını korumalı ama bunun belirlenmesi siyasi karardan çıkarılıp bağımsız bir kurula devredilmeli. Kurul da Almanya’daki gibi işveren–çalışan–akademi üçlü yapısından oluşmalı. Bununla beraber Japonya’daki gibi bölgesel veri setleri de kesinlikle kullanmalı. Böylece ulusal ücret ülkenin genel durumunu yansıtan bir taban seviyeye dönüşmeli.

İkinci adımda bölgesel farklılıkları görünür kılmak gerekiyor. Bunun için Türkiye yedi ekonomik bölgeye ayrılabilir. Yaşam maliyeti, kira endeksleri, enerji harcamaları, işsizlik oranları ve işgücü verimliliği gibi göstergeler bölgesel katsayılar oluşturulabilir. Ulusal ücret sabit kalırken, bölgesel katsayılar üzerinden uygulanan ücret değişebilir.

Böylece İstanbul, Ankara, İzmir gibi yüksek maliyetli şehirlerde ücret kendiliğinden yukarı yönlü baskılanır; Doğu ve Güneydoğu’daki düşük maliyetli bölgelerde ise işverenin istihdam etme kapasitesi azalmaz. Japonya’nın modelinden ilham alan bu yaklaşım, bölgesel uçurumları ücret politikasına entegre ederek ekonomik denge sağlayabilir.

Üçüncü unsur, sektörel duyarlılıktır. Almanya’nın sisteminden alınacak ana ders şudur: Aynı ulusal ücretin tüm sektörler için geçerli olmasının yarattığı sorunlar zaman içinde büyüyebilir. Emek yoğun, düşük katma değerli sektörlerle teknoloji yoğun sektörleri aynı çerçevede düşünmek adil değildir. Türkiye’de tarım, tekstil, bakım hizmetleri veya lojistik gibi bazı sektörler daha düşük verimlilikle çalışırlar. Buna karşılık yazılım, savunma, otomotiv veya kimya gibi sektörler daha yüksek verimlilik kapasitesine ulaşabilmektedirler. Bu nedenle bölgesel katsayılara ek olarak sektörel ayarlama katsayıları da tanımlanabilir. Böylece hem işverenin rekabet gücü korunur hem de çalışanların emeği sektörün gerçek değerine göre fiyatlanmış olur.

Son adım, yöntemin Türkiye’ye özgü bir araçla tamamlanmasıdır. Bu da şeffaf veri zorunluluğu olmalıdır. Japonya’da olduğu gibi şirket karlılıklarının dinamik olarak izlenmesi ve Almanya’daki gibi düzenli istişare kültürü Türkiye’nin mevcut yapısını güçlendirir. Böyle bir ortamın oluşması rekabeti ve vergilerin doğru şekilde tahsilatını ciddi şekilde artıracağı gibi sübvansiyon, teşvik, af gibi hususlarında kimlere gitmesi gerektiğini çok daha netleştirerek büyük bir verimlilik patlamasıyla benzersiz bir katma değer artışına neden olarak bu dönüşüm için gerekli olacak kaynak tartışmalarının da önünü kesecektir.

Yazıyı bitirmeden bir de bu ücret tespit komisyonlarının yılın sonunda bir kez görünüp ortadan kaybolmaları hususunu da ele almak lazım. Bu sıklıkla, yani senede bir kez gündeme geleni fakat yukarıda belirttiğim üzere ekonominin tüm hesaplarını da derinden etkileyen bir meselenin yalnızca yılda bir kez konuşulması baştan sona hatalı bir iştir. Yılda bir kez masaya gelen bir meseleye ilişkin problemlerin çözülmesi Türkiye gibi bir ülkede imkansız denecek derecede düşük bir ihtimaldir. Bu nedenle komisyon her çeyrek dönemde ekonomiyi taramalı ve gerekirse politika önerisi sunmalıdır. Böylece ücret politikası ekonominin arkasından koşan değil, ekonomiyi yönlendiren bir araca dönüşür.

Hasılı, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu model Japonya’nın bölgesel duyarlılığını, Almanya’nın kurumsal disiplinini ve kendi ekonomik gerçekliğinin dinamizmini bir araya getiren hibrit bir yapı olmalıdır. Bu yapının amacı çalışanı korumanın yanında verimliliğin artırılması, sürdürülebilirliğin desteklenmesi, karlılıkla beraber ortak refahın ve makro ekonomik istikrarın güçlendirilmesi olmalıdır.