NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin geçtiğimiz günlerde Rusya hakkında yaptığı açıklamalar, aslında Batı dünyasının artık meseleyi nasıl okuduğunu açık biçimde ortaya koyuyor.

Rutte, Rusya’nın yalnızca Ukrayna ile sınırlı bir savaş yürütmediğini, bütün Avrupa güvenlik mimarisini test eden, yıpratan ve zorlayan çok katmanlı bir tehdit haline geldiğini net bir dille ifade etti. Bu açıklama aslında bütün Avrupa’nın son üç yılda yaşadıklarının ve düşündüklerinin özetiydi. Çünkü bugün Rusya, doğudan batıya, kuzeyden güneye uzanan geniş bir coğrafyada aynı anda baskı kuran bir güç olarak hareket ediyor.

Doğuda Rusya’nın Çin ile kurduğu yakın askeri ve stratejik ilişki, özellikle Japonya açısından yeni bir güvenlik baskısı anlamına geliyor. Moskova ile Pekin’in ortak tatbikatları, hava ve deniz unsurlarının Japonya çevresinde giderek daha görünür hale gelmesi ve Pasifik’teki koordinasyon Rusya’nın artık sadece Avrupa merkezli bir güç olmadığını gösteriyor.

Japon hava sahasına yaklaşan Rus uçakları ve deniz trafiği, Japonya’yı savunma harcamalarını artırmaya ve ABD ile askeri entegrasyonunu derinleştirmeye zorluyor. Bu tablo, Rusya’nın Çin ile birlikte Batı’yı iki ayrı cephede meşgul etmeyi hedeflediğini düşündürüyor.

Batı cephesinde ise Rusya’nın yöntemi doğrudan savaş değil, düşük yoğunluklu ama sürekli bir taciz stratejisi. Polonya hava sahasına giren insansız hava araçları, Baltık ülkeleri üzerinde artan elektronik harp faaliyetleri ve sınır bölgelerinde yaşanan belirsiz askeri hareketlilik, NATO’nun reflekslerini ölçmeye yönelik adımlar olarak okunuyor.

Finlandiya’nın NATO’ya katılmasından sonra Rusya’nın bu ülke sınırında askeri varlığını artırması ve zaman zaman sınır güvenliğini zorlayan hamleler yapması, Moskova’nın genişlemeye karşı verdiği tepkinin fiili bir yansıması. Burada amaç bir savaş başlatmak değil, sürekli bir huzursuzluk hali yaratarak Avrupa’nın güvenlik algısını aşındırmak.

Güneyde ise Ukrayna savaşı bütün bu tablonun merkezinde durmaya devam ediyor. Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaş artık yalnızca toprak kazanımı hedefleyen klasik bir askeri operasyon değil. Bu savaş, Avrupa’nın enerji güvenliğinden gıda arzına, savunma sanayisinden siyasi bütünlüğüne kadar pek çok alanı etkileyen bir kaldıraç haline gelmiş durumda.

Ukrayna cephesi uzadıkça Rusya’nın askeri kapasitesinin tükendiği yönündeki yorumlar sıkça yapılsa da gelinen noktada Moskova’nın savaşı sürdürebilecek insan gücünü koruduğu gibi ekonomisini, özellikle de sanayisini savaşa uygun şekilde dönüştürebildiği açıkça görülüyor. Bu da Avrupa başkentlerinde ister istemez şu soruyu yankılandırıyor: Ukrayna’dan sonra sırada ne kim var?

Kuzey cephesine dönecek olursak son aylarda belki de en kritik gelişmelerin bu coğrafyada yaşandığına şahit oluyoruz. İngiltere ile Norveç arasında imzalanan ortak deniz gücü ve deniz güvenliği anlaşması Rusya’nın Kuzey Atlantik ve Kuzey Denizi üzerindeki artan faaliyetlerine doğrudan bir cevap niteliği taşıyor.

Bu anlaşma, sadece iki ülkenin donanmaları arasındaki olağan bir iş birliğinin ötesinde Rusya’nın denizaltı hareketliliğine, enerji hatlarına ve deniz altı kablolarına yönelik potansiyel tehditlerine karşı kurulmuş yeni bir savunma hattı kurma özelliğini taşıyor.

İngiltere ve Norveç’in ortak devriye, istihbarat paylaşımı ve hızlı müdahale kapasitesi oluşturma kararı, NATO’nun kuzey kanadının artık daha kalıcı bir alarm durumuna geçtiğini gösteriyor.

Rusya’nın Norveç kıyılarına yakın bölgelerde artan deniz faaliyetleri, İngiltere’nin kuzey sularında tespit edilen şüpheli hareketlilik ve Danimarka çevresinde gözlenen askeri sinyaller, Moskova’nın denizleri de bir baskı alanı olarak kullandığını ortaya koyuyor. Bu durum, Avrupa için yeni bir güvenlik denklemine işaret ediyor. Savaş artık sadece kara sınırlarında değil, denizin altında ve hava sahasının gri bölgelerinde yürütülüyor.

Bütün bu tablo bir araya geldiğinde Rusya’nın klasik bir cephe savaşı yerine, Avrupa’yı sürekli tetikte tutan, kaynaklarını savunmaya zorlayan ve siyasi birlikteliğini sınayan bir strateji izlediği görülüyor. NATO’nun doğu kanadına yaptığı yığınaklar, hava savunma sistemlerinin güçlendirilmesi ve askeri tatbikatların artması, bu stratejiye verilen doğal tepkiler. Ancak bu savunma refleksi aynı zamanda Avrupa ekonomileri üzerinde ciddi bir yük oluşturuyor.

Bu hafta da faizleri sabit tutması beklenen Avrupa Merkez Bankası’nın aslında faizleri indirip çoktan bu tehlikeye karşı ekonomisini dönüştürecek adımları atması gerekirdi. Fakat siyasi birliği olmayan ve para politikasını sadece birkaç büyük üye ülkeye göre ayarlayan Avrupa Merkez Bankası’ndan kimse böyle bir kıvraklık beklemiyor.

Bir diğer faiz kararı ise Japonya’dan gelecek. Onların durumu hepten vahim. Üstelik 35 yıldır dünyaya boca ettikleri bedava para yüzünden yeni kalkışacakları ekonomik programla tüm dünyanın dengelerini alt üst edebilirler. Özellikle de ABD ve Avrupa ekonomilerini.

Bedava para musluğunun kesilmesi her iki coğrafyada da büyük borsa be banka krizlerine neden olabilir. Bekleyip göreceğiz…

Tüm bunlar olurken bir de Avrupa Birliği’nin Rusya’nın 300 milyar dolarlık varlıklarına el koyma gündemini düşünmek insanın canını hepten sıkıyor. Bunun sonucunun nereye varacağını şu çizdiğim tablodan anlamayacak kadar kör olamayacaklarına ve tüm bunların büyük bir senaryonun parçası olduğuna inanıyorum. Umarım yanılıyorumdur…

Evet, Türkiye açısından bakıldığında da riskler çok boyutlu. Karadeniz, bu denklemde kilit bir alan olmaya devam ediyor. Rusya’nın Karadeniz’deki askeri varlığı, Ukrayna savaşı nedeniyle zaten artmış durumda ve bu durum Türkiye’nin denge politikasını daha da zorlaştırıyor. Montrö rejimi, Türkiye’nin elindeki en önemli araçlardan biri olmayı sürdürüyor ancak savaşın uzaması ve Rusya’nın agresif tutumu, Karadeniz’deki her hareketin daha hassas hale gelmesine neden oluyor.

Enerji meselesi de Türkiye için ayrı bir risk alanı. Avrupa, Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltmaya çalışırken yeni tedarik yolları arıyor. Türkiye bu süreçte bir enerji koridoru olma potansiyeline sahip ancak aynı zamanda Rusya ile olan mevcut enerji ilişkileri nedeniyle kırılgan bir denge üzerinde duruyor. Rusya’nın enerjiyi siyasi bir araç olarak kullanma alışkanlığı, Türkiye için de göz ardı edilemeyecek bir risk.

Askeri ve jeopolitik boyutun yanında ekonomik etkiler de giderek daha görünür hale geliyor. Avrupa’daki güvenlik endişesi arttıkça savunma harcamaları yükseliyor, bu da bütçe dengelerini zorluyor. Türkiye, Avrupa ile yoğun ticaret ilişkileri olan bir ülke olarak bu yavaşlamadan ve belirsizlikten dolaylı şekilde etkileniyor. Yatırım kararları erteleniyor, risk algısı yükseliyor ve bölgesel istikrarsızlık ekonomik planlamayı zorlaştırıyor.

Sonuç olarak Rusya’nın bugün izlediği politika, tek bir ülkeyi ya da tek bir cepheyi hedef almıyor. Bu politika, Avrupa’yı doğudan batıya, kuzeyden güneye sürekli bir baskı altında tutmayı amaçlayan uzun soluklu bir stratejiye dayanıyor.

NATO’nun ve Avrupa ülkelerinin verdiği tepkiler, bu tehdidin artık geçici değil kalıcı olarak algılandığını gösteriyor. Türkiye ise bu yeni güvenlik ortamında hem elçi olmak hem de kendi ulusal çıkarlarını korumak zorunda. Önümüzdeki dönemde asıl mesele, bu baskının hangi noktada daha somut ve daha sert bir krize dönüşeceği olacak.