İnsanın yaşamak macerasında, bilgiye erişmenin ve bilgi sahibi olmanın da bir serüveni var. İlk toplumlarda bilgi, az sayıdaki insanın sahip olduğu bir hazineydi. Bilgi sahibi olmak ve ilim öğrenmek isteyenler bu bilgelerin talebesi olarak ilimleri ve bilgiyi öğrenirlerdi. Oldukça meşakkatli ve sabır isteyen ama bir o kadar da değerli bir yoldu. Bu, bilginin ulaşılabilir olmasındaki ve yayılmasındaki birinci safhadır.

Kâğıt ve matbaa henüz icat olunmamışken, insanlar bilgiyi ezberler veya hayvan derilerine yazardılar. Batı felsefesinin kurucularından biri olarak kabul edilen ve ahlaki düşünce geleneğine öncülük eden Sokrates, kendisi kitap yazmamış öğrencilerine de yazdırmamıştır. Sokrates, hocası Timaios’a; “Neden senden duyduğum hikmet kabilinden olan şeyleri yazmama müsaade etmiyorsun?” diye sorunca hocası, “Ölü hayvan derilerine bu güvenin de ne? Canlı zihinlerden bu kaçışın da ne oluyor? Düşün ki yolda karşına çıkan herhangi bir insan sana ilmin şerefini sorsa, böyle bir durumda ona eve dönüp kitaplara bakmayı önermen yakışık alır mı? Bu yakışık almayacağına göre o zaman sen ezberlemeye bak” demiştir (Eş-Şehrezûrî, 2015; Nüzhetü’l-Ervâh).

Kâğıdın ve sonrasında matbaanın icadıyla bilginin yayılımı hızlandı ve bilgiyi aktarma, dağıtma işlevini kitaplar gerçekleştirmeye başladı. Bu gelişme, bilginin yayılımındaki ikinci safhadır. Bilginin ulaşılabilir olmasında üçüncü devrim ise internetle gerçekleşmiştir. İnternet sayesinde, ihtiyaç duyulan her türden bilgi çevrimiçi olarak erişilebilir hale geldi. Artık bilim ve düşünce insanlarına ve kitaplara ihtiyaç duymadan bilgiye erişmek mümkün hale geldi.  

Bilginin ulaşılabilir olmasında ve yayılmasında dördüncü ve son devrim ise, yapay zekâ ile gerçekleşti. İnsan, yapay zekâ ile hiçbir okuma yapmadan sadece yapay zekâ araçlarını kullanarak bir makale, bir hikâye hatta bir kitap yazma imkanına erişti. Yapmanız gereken tek şey birkaç kelimeden veya cümleden oluşan bir komut cümlesi yazmak. Bilgiye ulaşmak insanlık tarihinin hiçbir kesitinde şimdiki kadar kolay olmamıştı.  

Bu değişim her ne kadar güzel görünse de beraberinde farklı sorunları da getirdi. Çünkü her yenilik içinde fırsatları ve riskleri birlikte barındırır. Etrafınıza biraz dikkatli bakarsanız, arama motorlarından birkaç cümle ezberleyerek ahkâm kesen, her şeyi bildiğini sanan, her konuda fikri ve her konunun uzmanı olan ama bilgiyi sentezleyemeyen, bilgiyle derinleşemeyen sığ insanların ne kadar çok olduğunu görebilirsiniz. Bu durumu merhum Cemil Meriç: “Herkes, her şeyi bildiğine kani. Hiçbir başarı sağlamayan bir laf kalabalığı” sözleriyle ifade eder.

Kolay ulaşılan, mücadele, emek ve alın teri içermeyen şeyler değersizdir, buluntudur. Modern insan artık bilgiye sahip olmak için bir iştiyak hissetmiyor. Çünkü ihtiyaç duyduğu anda bilgiyi çevrimiçi ortamlarda bulacağını biliyor. Bilgiye ulaşmak, bilgiyi taşımak ve bilgiyle hareket etmek için bir çaba göstermeyince, bilgi insanı değiştirmiyor, ıslah etmiyor, erdem kazandırmıyor.

Bilmenin ilk adımı haddini bilmektir. Yani Rabbini bilmek. Yani kendini bilmek. İnsanın, sınırlı, aciz, muhtaç ve sonlu bir varlık olduğunu bilmesi. Yaşamın ve yaratılışının bir gayesi olduğunu idrak etmesi. Dünyanın bir imtihan yurdu olduğunun ve başına gelen her şeyde bir hikmet ve fayda bulunduğunun şuurunda olması.

 

Şayet öğrendiğin bilgiler senin hayatında bir hikmet ve fayda ortaya çıkarmıyorsa, yani seni daha müspet bir insana dönüştürmüyorsa bilginin bir anlamı olmuyor. İnsanın, okumaktan ve bilmekten muradı evvela kendi karanlığını aydınlatmak, kendi cehaletini yenmek ola gerek. Şayet bunu başarabilirse ışığına kelebekler pervane olacaktır. Sözlerime, Yunus Emre’nin dizeleriyle son veriyorum… 

 

“İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin

Ya nice okumaktır”

Vesselam…