Boşanmak her zaman mahkeme salonunda yaşanmaz. Kimi insanlar vardır ki evli görünür ama aslında yıllar öncesinde ilişkilerini kalpte bitirmişlerdir. Aynı evde yaşar aynı sofraya oturur, birlikte çocuk büyütür ama birbirlerinin ruhlarına yıllarca uğramazlar. Onlar “Boşanamayanlar”dır. Kimi el alemden çekinir kimi maddi güvenceden kimi de sorumluluğunun artmasından… Kimi “Çocuklar üzülmesin” söyleminin arkasına sığınır kimi “ben nereye giderim ki?” diyemez bile. Ve bir ömür böyle katlanmakla sabretmenin ayırt edilemediği bir gri alanda geçip gider. O evlerde ses yükselmez ancak hiçbir şey de konuşulmaz. Kırgınlık suskunluğa, suskunluk yabancılaşmaya dönüşür. Birbirine dokunmadan geçen onca yıl sadece bir evliliği değil aynı zamanda iki hayatı da eksiltir. Çocuklar üzülmesin diye kalınan evlilikte neyin eksik olduğunu en çok da çocuklar anlar. Birbirine tahammül eden anne babaların gölgesinde büyüyen çocuklar, sevginin değil mecburiyetin neye benzediğini ezberler. Boşanamayanlar çoğaldıkça evlilik sayısı değil, sevgi oranı azalır bu ülkede. Çünkü sevgiyle kurulmayan hiçbir yapı, sağlıklı büyümez.
İnsan içten içe bildiği bir gerçekle baş başa kalır: Bazı ilişkiler nikahla başlamaz, bazı ayrılıklar mahkemeyle bitmez.
Kimi gitmek ister ama cesaret edemez, kimi kalır ama içinde çoktan gitmiştir. Hayat, o arada bir yerde geçip gider. Oysa herkesin hakkıdır sevilerek yaşamak, anlaşılmak, aynı evde yalnız hissetmemek. Çünkü bir ömür, sadece sabretmek için uzun bir zaman… Ama birlikte iyileşmek, mümkünse yeniden kurmak, olmuyorsa incitmeden ayrılmak… İşte, asıl cesaret belki de budur.
Unutmadan gün gelince çocuklarınıza “ben sizler için bu adamı/kadını çektim, boşanmadım!” demek de sorumluluğunu alamadığınız hayatınızın suçlusunu aramaktır.