Sumud filosunda görev alan İtalyan aktivist Tommaso Bortolazzi, geçtiğimiz günlerde “yanıltıldığımı anladım” diyerek Müslüman olduğunu açıkladı ve şu sarsıcı cümleyi kurdu: “Geriye dönüp baktığımda bu kadar uzun süre cehaleti içimde taşıdığım için derin bir üzüntü ve dürüst olmak gerekirse utanç duyuyorum.”

Bu ifade, bireysel bir fark edişi anlatıyor gibi görünse de aslında İslam’ın nasıl algılandığı ve temsil edildiğine ilişkin önemli bilgiler içeriyor. İslam’ın geç ya da yanlış tanınması, elbette sadece Müslümanların tutumuyla değil; akademik üretim, önyargılar, politik atmosfer, medya ve tarihsel birikimle beraber açıklanabilir. Fakat tüm bunlar İslam’ı temsil edecek idrak ve fikriyata sahip olamadığımız ölçüde hem kendimizi cahil bıraktığımız hem de Müslüman olmayanların cehaletine ve utancına vesile olabileceğimiz gerçeğini değiştirmiyor.

Bu durumun nedenlerini ortaya koymadan önce her Müslüman, dini doğru anlamayı, temsil etmeyi, onu bir elbise gibi giyerek görünür kılmayı isteyip istemediğini samimi olarak sorgulamalıdır: Yükümlülüklerimizin olmadığı, konforlu hayatın içinde asgari seviyede bir hayat-din ilişkisi mi yoksa dünyanın cehalet ve utançlarını sona erdirecek yaşayış temsili mi?

Modern çağ ve onu ‘modern’ yapan her şeyin Yaratıcı ile aramızdaki ilişkiyi asgari seviyede tutacak şekilde kurgulandığını, din ile hayat arasındaki ilişkiyi bireysel alana hapsettiğini biliyoruz. Dolayısıyla bu çağ, yaşadığımız varoluşsal sorunlar karşısında stratejik bir karar vermemiz gereken kritik bir zaman dilimi.

O halde sorumluluk altında olduğumuz bilinci ve yaratılış gaye ve esaslarımız doğrultusunda, dini doğru yaşamakla, temsil etmekle mükellefiz. Aksi takdirde aktivist örneğinde olduğu gibi insanların sonradan utanç duyacağı bir hayat geçirmelerine pekâlâ vesile olabiliriz.

Bu iyileşmenin yapılabilirliğinin zorluğu ile beraber, temsil problemimizin üstesinden gelecek, içtimai bir dönüşüm sağlayacak sihirli değneğe sahip olmadığımızı da peşinen söylemeli; işe başlamadan önce bu zorluğu daha da zorlaştıran unsurlar olduğunu kabul etmeliyiz.

Kitle iletişim araçları, Müslüman temsiline ve görünürlüğüne sinsice itibar suikastı yaparak algı ile oynadığı için bu unsurlar arasında terbiye edilmesi en zor olanı. Temsil için önemli araçlardan biri olan sinema ve televizyon, Müslüman görünürlüğünü silikleştiriyor, bilimi kutsayarak modern hayatın sorunları karşısında İslam’ın yetersiz/çağ dışı kaldığına ikna ediyor.

Bu ve diğer alanlardaki kuşatmayı kırmak ve İslam’ın hayatın içinde sürekli yeniden doğuşuna vesile olabilmek insanın dünyaya geliş amacını anlaması ve gerçek bir temsilin yapılmasıyla yakından ilişkili. Devamlı ve köklü çözüm içinse sinema, televizyon, eğitim, kültür, sanat, dil, kurumlar, yöntemler gibi alanlarda da ‘görünür’ olmayı zorunlu kılıyor.

Bu zorunluluğu göz ardı edip temsilin çağımızdaki gibi şekilsel ve derinliksiz olarak devam etmesi halinde insan; temsil edebilme şerefini, ahlakını, iyiliğini, erdemini kısaca eşrefi mahlûkat olma özelliğini yitirerek Hak (cc) ve halk nezdinde tamamen görünmez olacaktır.