Hayatı aşırılıklar zehirliyor. Kötülüğün beslendiği yer, tam da orasıdır. Bencillik duygusunun iç sesidir aşırılık. Dünyayı verseniz yine de karnı doymaz, biraz daha, biraz daha der aşırılığın içsesi; insanı biteviye tatminsizliğe davet eder. Son aşamada sefalet de sefahat da aşırılığa dairdir. Sefalet tefrit noktasındaki açlığa, sefahat ifrat noktasındaki tokluğa işaret ederek insanı mutsuzluk ülkesine sürgün eder. Aşırılık ile genetik bağı olan bu iki hal zihni dumura uğratır. Aşırılığın ilk uzantısı olan sefalet de onun sarkmış hali olan sefahat da bir kilitlenmedir. Biri hiçlik üzerinden yokluğa bağlanır ve pelteleşir, öteki çokluk üzerinden yokluğa ilişir ve yataylaşır, silikleşir. Uzağa gitmeye gerek yok. Aç kaldığımızda hipoglisemi zihnimizi sıfırlar, karnımız tıka basa dolduğunda hiperglisemi onun işlemesini engeller. Her ikisi de uyku halidir. Her ikisi de bilinç körlüğüdür. Her ikisi de uyuşturur, sersemleştirir, pelteleştirir, insanı insan olmaktan alıkoyar. Zihinsel hiçlik ile zihinsel obezite de böyledir. Biri yola çıkmamaya, öteki gözlerini kapatarak yürümeye benzer. Hatta denebilir ki yola çıkmamak, yanlış yöne sapmaktan çok daha iyidir. Son aşamada yola çıkmamak hiçlikle, yolunu şaşırmak kötülükle ilgilidir. Aç midenin çektiği ıstırap ile karşılaştırıldığında işkembeye tıka basa ve kapasitesinin üstünde yiyecek yuvarlamanın yarattığı mide bulantısı ve istifra aynı değildir. Açlık insanın sadece kendisine zarar verdiği halde tokluk istifraya dönüştüğünde onun peyda ettiği görüntü ve koku kirliliği başkalarına da zarar verir. Bu, toplumsal olarak da böyledir. Vardığımız noktada iki dünya vardır: Biri açlıktan, diğeri tokluktan nefesi kokanların dünyası. Bununla birlikte, dünyanın açlardan ziyade tokların tehdidi altında olduğu da aşikar. Evet, elbette yüksek sesle denebilir ki, denmeli ki bugünkü dünyaya en büyük tehdit tokların, ölçüsüzce yiyenlerin nefes kokusudur ve o koku bir memleketten ötekine dolaşarak atmosferi zehirlemekte, kendi dışındaki hiçbir varlık formuna hayat hakkı tanımamaktadır.
Hayat, bir anlamda ölçünün ve dengenin eseridir. Nefes almanın ve vermenin, doymanın ve aç kalmanın, gözlerini açmanın ve kapamanın, iyilikle kötülük arasında gidip gelmenin ürünü olarak durur karşımızda. Ölümse aşırılığa işaret eder, hatta aşırılığın ta kendisidir. Ölümü hazırlayan da getiren de ölümün kendisi de bir çeşit aşırılıktır. Orası son noktadır, bitiştir, tükeniştir. Nefes almanın ve vermenin, eyleyişin, düşünüşün aşırılığa dayanamayıp yığılıp kaldığı yerdir. Sadece insanlar ve onların ölümü bakımından değil toplumsal çözülüş, çöküş ve yıkılış da aşırılıktan kaynaklanır. Başlangıçtan beri batmış, tarihin karanlıklarına yuvarlanmış her büyük imparatorluk aşırılığın kurbanı olmuştur. Çöküş dönemi psikolojisinin görünür ilk refleksi ifrat ve tefritin beslediği aşırılık duygusudur. Birileri tokluktan nefessiz kalırken, diğerleri açlıktan karınlarına taş bağlamaya başlamışsa o toplumun zevali yakın demektir. Kanunlar birilerine tebessüm ederken, diğerlerinin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaya başlamışsa o toplumun çözülmesi yakın demektir. Evler birilerini koruyup gözetirken diğerlerinin üzerine her an yıkılmaya hazır bekliyorsa o toplumun akıbetinden medet umulmaz. Hayat hiç emek sarf etmeyenlere gülümsemeye, kan ter içinde çalışanlara asık suratla bakmaya başlamışsa o toplumun üzerinde kara bulutlar dolaşıyor demektir. Birilerinin lüks kırıntısı bile ötekilerin yanına uğramıyorsa, yani tefrit ile ifratı birbirine bağlayan orta nokta göçmüşse artık umutlu olmak için her hangi bir sebep kalmamış demektir. Yazık ki bugünkü dünyanın neresine, hangi köşesine bakarsanız bakın manzara budur: Aşırılığın pençesinde can çekişen milyarlarca insan…
Aşırılık bir tür hırsızlık olduğu için hayat onu cezasız bırakmıyor. Velev ki dünyevi yasaların gücü sefalet yaratan sefahat sahiplerine yetmiyor, orada doğa yetişiyor imdada. Fizyoloji, zihin ve ruh için aşırı olan ne varsa hepsinin öcünü alıyor: Aşırı sanatı sanat olmaktan çıkarıyor ve soytarılığa dönüştürüyor. Aşırı yemeyi içmeyi mide duvarını kalınlaştırarak obeziteye tahvil ediyor ve kalp krizini tetikletiyor. Aşırı zorbalığı korkaklıkla buluşturuyor ve dünyanın bütün zorbalarına uykuyu haram kılıyor. Vatandaşlarına tepeden bakan yöneticilerine üç beş kişilik bir ortamda keyif çatmayı bile çok görüyor, onları kuru bir yalnızlığa mahkum ediyor. Aşırı tüketenlerin içindeki sevgiyi çekip alıyor, başlangıçta nesneye kutsayarak bakan insanlar bir müddet sonra tatminsiz hale geliyor. Aşırı hazzı haz yokluğuyla cezalandırıyor hayat. Ölümsüzlük arayışını ölümü hayatın içine taşıyarak cezalandırıyor. Çok konuşanların cümlesini değersizleştiriyor. Konuşması gerektiği halde hiç konuşmayanların vicdanını rahatsız ediyor. Sefaletten çıkıp sefahate varanlara yeni bir sefalet alanı açıyor. Sefaletle başlayan yolculuk sefahatle bitmediği gün aşırılık da dünyamızı terk edecek. Ancak bunun o kadar kolay olduğunu sanmayalım. Çünkü huylu huyundan, hırsız hırsızlığından vazgeçmeyecek. Önemli olan bizim, biz yola çıkmayanların, çıktığı halde yorulanların, yorulunca evine dönenlerin ne yapacağı… Sekinet sefalet ve sefahate haddini bildirmediği sürece bu ikisi hayatı kemirmeye devam edecek. Hayatı zehirleme bakımından köşeye çekilmiş, tek kişilik mutluluk kozası örmüş duyarsızın “hep benim, hepsi benim” diyen açgözlü politikacıdan ne farkı var? Aşırılığın çocukları dengenin çocuklarını yenerse hayat biter…