Bu gurbet diyarının bir yerlerinde insanı anlayan, sözünü ileri taşıyan, kalbine mesafe aldıran, keşfini açan yüksek kimselerin olması ne büyük zenginlik. Dünyanın tesellî duraklarından saydığım o güzelleri, sayılarının azlığına rağmen fark edebilmeyi, fark ettirenin ikramı bildim. Ömrümün yaklaşık yirmi üç yılına, yarısından fazlasına dostluğuyla mühür vuran Büşra Arslan Meçin sadece yâren cephesiyle değil, derinlikli kalemiyle kâinat okulundaki talebeliğime katkı sağlayan bir rehber. Misâl Âlemi üzerine yaptığı doktora çalışmasının basılmasıyla misâl âlemini tanıyıp anlamama vesile olmuş, İbnül Arabî’den Gazzali’ye İbn i Sinâ’dan Sühreverdi’ye pek çok keşif ehlinin fikirlerini içselleştirmeme yardım etmiş bir değer. Kısa zaman önce titizlikle dokuduğu göz nûrunu; Önsöz yayıncılıktan çıkan (2025) Batı Sürgün Hikâyesi adlı son eserini yolladı bana. 256 sayfalık kitabı kabından taşan bir heyecanla açtım ve bu güzelliğin Filistin’in mazlum çocuklarına ithaf edildiğini gördüm.
Kitabın önsözü Kindi ile başlayan, Farâbî tarafından sistemli hâle getirilen ve İbn Sînâ ile altın çağını yaşamış Meşşaî felsefenin doğuşunun (s. 9), Gazzâli ve fikirlerinin İslâm düşünürleri içinde konumlanmasının (s. 10), “kelâm/beyan, tasavvuf/irfan ve felsefe burhan arasında devam eden ilmî gerilimin ortasında dünyaya gelen Sühreverdî’nin” açılımı yapılan üç akımı Hikmet-i İşrâk çatısı altında birleştirmeyi hedeflemesinin (s. 11) genel bir izahı. Batı Sürgün Hikâyesi’nin girişi ise Sühreverdî’nin doğduğu ortamı, Meşşaî felsefede yetkinleştikten sonra da devam eden arayışını, etkilendiği kaynakları ancak bu kaynakların sundukları ile iktifa etmeyerek aklî ve felsefî öğretileri ileri taşıma çabasını gözler önüne serer. Sühreverdî’nin fikrî iskeletini “kalbî zevk, marifet, seyr u sülük ve zirvede ilâhi hikmet” olarak çıkaran Meçin hikâyelere giriş yapmadan filozofu anlamamızı sağlar. Önsöz ve girişten sonra kitap kendi içinde üç kısma ayrılan üç bölümden oluşur; Sühreverdî’nin üç sembolik hikâyesinden. Her bölümde yazar “Giriş” başlığı altında hikâyenin çerçevesini çıkarmakta ve okurunu düşünürün sembolik anlatımına hazırlamaktadır. Ardından hikâyelerin Türkçe çevirisini yayımlar ve nihâyetinde onların kapsamlı tahliline yer verilir. Kızıl Akıl (Akl-ı Surh), Cebrail’in Kanat Sesi( Âvâz-i Per-i Cibrîl) ve Batı Sürgün Hikâyesi (Kıssatü'l-Gurbeti'l Ğarbiyye) adını taşıyan bu hikâyeler Arslan Meçin’in devasa okuma zenginliğini ardına alan incelikli tahlilleriyle kapılarını, görünen dünyanın uzağındaki âlemlere açar.
İlk öykü “Kızıl Akıl” kuşlarla sembolize edilen ruhlarla başlar ve bir atmaca kılığındaki kahramanın maddî âleme düşerek on duyusal gücün esaretinde bulunmasıyla devam eder. Kısa süre sonra durumunun farkına varan atmaca kaçmayı başararak yükseldiği nûr âleminde “kızıl akıl” adlı pîrle karşılaşır. Hikâye atmaca ve pîr olarak telaffuz edilen kızıl akıl arasındaki diyalog ile şekillenir. Hikâyeyi genel hatlarıyla çıkaran yazar onun çevirisini verdikten sonra “evvela madde âlemine düşen ve sonra ulvî âleme yükselen” kuşların hikmet edebiyatında insana tekabül eden anlamını içeren, buradan hareketle atmacanın tasavvuftaki yerini belirleyen, madde unsurlarının ve hikâyedeki “on bekçi”nin sembolik alanını açıklayan, en mühimi de “kızıl akıl” denilen pîrin tasavvufî karşılığını tetkik eden derin bir tahlille karşımıza çıkar. Esaret trajedisinde kalbin farkındalık kazanması, “sahra”nın gerek duyusal âlemdeki gerekse hikmet edebiyatındaki karşılığı, küçük âlem (beden) ile büyük âlem (evren)in ilişkilendirilmesi, Sühreverdî’nin yanı sıra âlimlerin de hikâyede geçen ağaçlara ve Simurg’a nazarı, Kızıl Akıl’da yer verilen “Rüstem ve İsfendiyar’ın” öyküsü ile Şahname’de geçen hikâyenin karşılaştırılması, burçların açıklanması, “ab-ı hayat” ın çeşitli kaynaklardaki anlam alanı bu titiz tahlili biçimlendiren parçalardır.
İkinci öykü Ebu Ali Farmedi’nin “duyularımızın algıladıkları şeyler Cebrail’in sesidir” ifadesine taassupla karşı koyanlara serzeniş üzerine kaleme alınan “Cebrail’in Kanat Sesi” dir. Bir pîrle salik arasında geçen “Cebrail’in Kanat Sesi” Büşra Hanım’ın monolog olarak vurguladığı yeni bir diyalogdur. Kelâmın muhafızları olduğunu söyleyerek terzilikle uğraştıklarını ifade eden pîr, kendisinden terzilik ve Allah’ın kelâmını öğrenmek isteyen salike sınırlı bir ikramda bulunur ancak öğrendikleri bile ona kimi sırların kapılarını açar.
Hikâyedeki sembolik anlatımı salikin eline mum alarak dışarı çıktığı andan itibaren tefsir eden yazar aklın mumla rabıtasını, Meşşaî felsefedeki Vâcibü’l-Vücûd’un İşrâki Felsefede Nûru’l-Envâr’a nasıl dönüştüğünü, Sühreverdî’nin göğün felekleri üzerindeki açılımlarını, bilhassa misâl âlemini, hikâyede geçen on güzel yüzlü pîrin hiyerarşik sıralama ile Meşşaî felsefedeki on akla nasıl tekabül ettiğini, terzilik mesleğiyle kast edilenin maddeye şekil vermek ve suret kazandırmak olduğunu, İşrâk okulundaki nurlar hiyerarşisini, nefsin mertebelerini ve hikâyeye ilham olan Cebrail’in sağ ve sol kanadı ile meydana gelen oluşumları okurun anlayacağı şekilde açıklar. Cebrail’in Kanat Sesi tahlili özellikle “kutsal ruhtan süzülen ışığa”, kelimeye getirdiği çok katmanlı yaklaşımla dikkat çeken bir yerde durmaktadır. Yine göğün katmanları açıklanırken bakış açısının öneminin ortaya konulması okurun düşünce menzillerinden birini oluşturmaktadır.
Kitaba adını veren son hikâye ise insanın sürgününü ve onun yeni yolculuğunu konu edinir. Hikâyede ruhanî âlemde başlayan uyanışın nefsi ve bedeni içine alan bir sefere dönüşmesi simgesel bir üslûpla anlatılır. Hay b. Yakzan’dan etkilenen fakat onun nefs üzerindeki sarsıntısının büyüklüğünü sorgulayan Sühreverdî “Batı Sürgün Hikâyesi” ni yazmıştır. Tahlil ise sefere çıkılan “kardeş Asım” ile yardımcıya yahut ikinci ben’e, “Yemen tarafından gelen ve güvercin olarak tercümesi yapılan kuş” un ilâhi ilhama işaretine, “Erak ağacından gelen esintiler”in anavatandan gelen kokuların baş döndürücü etkisiyle içselleştirilmesine, Hüdhüd’ün Süleyman kıssasından Attar’ın Mantıku't Tayrına ve Mevlana’nın Mesnevîsinden kadar irdelenerek “düşünen nefs veya ruha gelen ilham gücü” ile ortaya konulmasına, “karınca vadisi” ile duyuların temsil edilmesine yoğunlaşır. “Binilmesi buyurulan gemi” nin ten ve beden güçleri ile tevil edilirken Yunus, Nuh, Musa peygamberler ile Hızır’dan faydalanılması hikâye gibi çözümlemelerin de Kuran ışığında yapıldığını ortaya koymaktadır. Denize açıldıktan sonra “dalgalarda boğulan oğul” ile doğal ve hayvani nefs simgelenirken Nuh Peygamber’in alıntılanması bunun güzel örneklerindendir. Sühreverdi’nin “çivilerle çakılmış tahta gemi” sinin beden ve bedene monte edilmiş uzuvlara teşbihi ise hayli dikkat çekicidir. Hikâyenin son kısmında Büşra hocanın “artık hikâyenin bütün olayları küçük âlem olan insanın içinde gerçekleşmektedir (s. 231)” diyerek Yecüc Mecüc dağıyla vesveseleri, eritilmiş bakırla da buna set çekmeye çalışan hikmeti işaret etmesi ve anlatının sembolik perdelerini kaldırarak insana, öz cevheriyle yükselebileceği miracı göstermesi çok değerli.
Sayfa sınırından ötürü kitap hakkında içimde kalanları, söylediklerimi çoğaltacakların idrak ve tecrübelerine emanet ediyor, yazarıma “mürekkebin çağlasın” diyorum.