Çantay’ın tefsîri

Hattâ (gencliğimizde çok mütâlaa ettiğimiz Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm ünvânlı üç cildlik pek meşhûr bir Meâlin mütercimi olan) Hasan Basri Çantay merhûm (Balıkesir, 18.11.1887- İstanbul, 3 Aralık 1964, Edirnekapı Şehîdliği Mez.) , Kur’ân’ın bu “cihâd için at besleme emri”nde ilâhî bir mûcize görüyor:

“Muhaarebe atlarının zikr buyurulması ona olan ihtiyâcın hiç bir zaman zâil olmayacağına ve cündîlik [binicilik] hayatının kemal-i ehemmiyetine delâlet etmektedir. […] [Sebîlürreşâd mecmûasının Ağustos 1948 târih ve 1. cild, 11 numaralı nüshasında neşredilen makâlesinden:]

“Âyet-i kerîmedeki ‘Ribat-ul hayl’, hak yolunda muhaarebe için bağlanan, beslenen atlar demekdir. Bakınız, Cenâb-ı Hak kuvvetin ardından tahsıysen hemen atları zikretmişdir. Çünkü bu unsur çok esaslı bir harb ve ihtiyac unsurudur. Bundan da anlıyoruz ki ona olan ihtiyâc hiç bir zaman zâil olmayacakdır. Nitekim bugün dünyâda en mütekâmil harb vâsıtaları meydana getirilmiş olmasına rağmen atlardan ve süvarîlikden henüz istiğnâ haasıl olamamışdır ve olamayacakdır da.” (Hasan Basri Çantay, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, Nâşiri: Mürşid Çantay, İstanbul: Ahmed Said Matbaası, 1965, cild 1, s. 265)

Çantay, Âyetteki “at besleme emri” hakkında tipik Rivâyetci Muhâkeme tarzına uyuyor; lâkin  ne de olsa bir 20. asır insanı olduğu için, “kuvvet hazırlama emri” üzerinde teemmül ederken, Rivâyetci Muhâkemeden uzaklaşıyor, “kuvvet”i, Hadîse istinâden, sâdece “ok atmak” veyâ okçuluk emri gibi telakkî edemiyor, bu def’a Dirâyetci Muhâkemeyi tâkîb ediyor: 

“Müslim’in, İmam Ahmed’in, İbni Mâce’nin Akabe bin Âmir R.A.’den rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîf meâline nazaran Resûlullah S.A.V. bir gün minber üzerinde bu âyeti okumuş, ondan sonra üç def’a:

‘- Gözünüzü açın ki kuvvet demek atmak [remy] demekdir’ buyurmuştur.

“Bu âyet-i kerîme münâsebetiyle işbu hadîsi zikreden Beyzâvî diyor ki:

‘Risâletmeâb efendimizin kuvveti atışla îzah buyurması, kuvvet miyânında bulunan bu atışın tâ başda gelmesinden, kuvvetden istifâde etmenin her şeyden evvel onunla kaabil olabileceğindendir.’

“Filhakıyka bu âyet-i kerîmenin nüzûlü zamanlarında ‘Remy = Atış’ın ma’nâsı ok atmak demekdi. Çünkü o devirde muhaarebe başlıca okla yapılırdı. Sonraları silâhlar ve daha bir çok kuvvetler meydana geldiğinden bunlarla atmıya da ‘Remy’ denildi. Nitekim el ve sapanla âdi taş atmakdan başlayarak mancınıklarla taş atma zamanlarına kadar vukua gelen ilerleyiş de askerlikce remiyden başka birşey değildir. Hattâ o zamanlar el ve sapanla taş atmak şimdi tüfekle kurşun atmıya, mancınıklarla taş atmak da zamanımızdaki toplarla iri dâneler endaht etmiye muâdildi. Sonraları remy bir fen oldu: ‘Balistik = balistique’. Avrupa bu fenni çok ileri götürdü, bir çok usuller kaaideler koydu. Biz de bu iş için bir zaman Avrupadan muallimler getirdik. Halbuki atıcılık evvelce bizim öz malımızdı. Onu en çok tervîceden İslâmdı. Ma’nâsını yazdığımız hadîs-i şerîf de bunu pek güzel isbâteder.

“Remy Cenâb-ı peyğamberin ta’biri vech ile kuvvet olunca biz asıl bu kuvveti bu günkü atışlarda görüyoruz. Bugün bir mavzer kurşunu iki bin metrelik yerde büyük bir tahrib kuvveti gösteriyor, bir top dânesi sâatlerce mesâfedeki dağları deviriyor, bir makineli tüfek bir dakıykada kıyâmetler kadar ateş yağmuru saçıyor, hele tayyâre ve atom atışları bir anda memleketleri kül haaline getiriyor. İşte size müdhiş bir kuvvet! Bu kuvvetden hakkıyle istifâde edebilmek için atış fenninin her çeşid usullerini lâyıkıyle bilmek, öğrenmek lâzımdır.

“Önceleri müslümanlar muhaarebeyi okla yaparlardı. Daha eski muhaarebeler ise taşla olurdu. Âdi demir oklar düşman tarafına vardı mı tekrar atılabilirdi. Halbuki şimdi kıymetleri milyonları, milyarları bulan makineli vâsıtaların kullandıkları fişenkler, bombalar, dâneler bir kerre atılınca bir daha gelmiyor. Bir kerre atış bile en yüksek paralara muhtac. Sonra bunların nakılleri, sevkleri, tahrikleri de büyük büyük zorluklara, dünyâlar kadar masraflara bağlı. Demek, atıcılığı bilmemek yüzünden bunca kuvvetler zaayi’ olacak, bunlardan hiç bir fâide sağlanamayacak, bil’akis büyük zararlar görülecekdir.

“İşte yüce peyğamber efendimizin hadîsindeki ma’nâ ve hikmet burada tamâmiyle anlaşılmış oluyor. O, demek istiyor ki: ‘Kuvvetden istifâde atışa bağlıdır. Kuvvet miyânında bilhassa atışın hususî ehemmiyeti vardır.’ Yoksa ‘kuvvet’ demek sâde atış demek değildir.” (Çantay 1965: I/265-266)

 

Dirâyetci Muhâkeme

Çantay merhûmun Meâl’inde de müşâhede edildiği vechiyle, mezkûr Âyetteki “ribâti’l-hayl” tâbiri, umûmiyetle, “bağlı atlar” veyâ “(cihâd için) bağlanıp beslenen atlar” şeklinde tercüme ediliyor. Hâlbuki bu isim tamlaması, “haylin ribâti”, “atların bağlandığı, konakladığı yer” mânâsına geliyor. “Ribât” kelimesi teklik olarak kullanılmışsa da, bu çeşid yer ve binâların tamâmının kasdedildiği zâhirdir.

Bu tâbirdeki her iki kelime de Türkceye geçmiştir. Kubbealtı Lugati’ne nazaran:

a) “Hayl”, at, atlar, at sürüsü, süvâri ve -mecâzî olarak- topluluk demekdir.

b) “Ribât” ise, aynı sülâsî cezirden (re, be, tı) türemiş başka kelimelerle berâber Türkcemizi zenginleştiren bir kelimedir: “Râbıt, rabt, raptetmek, raptiye, raptiyelemek, râbıt, râbıta, râbıtalı, irtibât, irtibâtlı, ilh…” Kelimenin ilk mânâsı (“bağ-la-mak”taki) “bağ”dır: Ribât-ı aşk: aşk bağı; ribât-ı beyne’l-mafsal: eklem bağı gibi… Dîğer mânâları: Sağlam binâ, kasır, konak, konaklama yeri, han, kervansaray, hudûdlardaki müstahkem binâ, kale, ilh… “Ribât”, Arabcada, aynı zamânda, nöbet tutmak mânâsına da geldiğinden, bundan, “hudûd muhâfızı, nöbetcisi, bekcisi” mânâsında -Türkceye de geçmiş- “murâbıt” kelimesi türetilmiştir.

Bu mânâlardan hareketle, Hz. Ömer devrinden îtibâren, serhad boylarında İslâm Vatanı’nı müdâfaa etmek için inşâ edilen müstahkem binâlara “ribât” denmiye başlamış ve bunlar zamânla muazzam kaleler hâline gelmiştir. Taberî’nin verdiği bilgiye nazaran, Hz. Ömer devrinde, sekiz eyaletin her birinde savaşa hazır 40.000 at bulunuyormuş… (İsmail Yiğit, “Ribât”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 2008, cild 35, ss. 76-79; https://islamansiklopedisi.org.tr/ribat#; 13.3.2025)

Velhâsıl, mezkûr Âyetin emri mûcibince, Müslümanlar, Vatanlarını müdâfaa etmek için, bir taraftan “kuvvet”, dîğer taraftan da aynı maksadla beslenen atlara konaklama yerleri hazırlamakla mükelleftirler. Âyet üzerinde derinlemesine tefekkür etmeyince mânâ, hüküm, bundan ibârettir… Biraz daha derine inersek:

Her Ahkâm Âyetinde olduğu gibi, bu Âyette de hükmün (“kuvvet ve atların konaklama yerlerini hazırlamak”), hikmetiyle (dîğer tâbirlerle, esbâbımûcibesiyle, maslâhatıyle) berâber bildirildiğini görüyoruz ve bu hikmet kolayca kavranıyor: Caydırıcılık, yânî düşmanları bize tecâvüzden caydıracak şekilde kuvvetli olmak, kezâ (kat’iyen mütecâviz olmadan) her ân kendimizi müdâfaa etmiye hazır bulunmak…

Hemen şu husûsa da işâret etmiş olalım:

Âyetlerde, dünyevî hayâtımızı tanzîm eden hükümlerin hikmetleriyle berâber bildiriliyor olması, bir taraftan onlardan maksadın ne olduğunu anlayıp her devirde bu maksada en muvâfık vâsıtayı kendimiz tâyîn etmemiz içindir, dîğer taraftan da, bu vâkıa, dâimâ beşerin hayrına, maslahatına muvâfık olan İlâhî Hükümlerin bizâtihî aklıselîm tarafından kavranabilir ve isâbetli oluşlarının yine aklıselîm tarafından tasdîk edilebilir mâhiyette olduğunu gösterir. Binâenaleyh aklıselîm, beşer hayâtını, onun hayrına olacak şekilde tanzîm etmiye, bu maksadı sağlıyacak hükümleri keşf ve vaz’etmiye muktedirdir. Şu var ki Vahiy (Kur’ân-ı Mübîn) tarafından aydınlanmış akıl, birtakım hatâlardan, sapmalardan daha rahat korunur ve ayrıca, aklıselîm (aslında Tecrübî İlim Usûlü ve Felsefî Tefekkür demek istiyoruz) sâyesinde ulaşılan hükmün Kur’ân’a da mutâbık olması, insanda daha fazla itmînân hâsıl eder…

Âyetteki “kuvvet” tâbiri, Çantay merhûmun da îzâh ettiği vechiyle, pek şümûllü bir mefhûmu ifâde ettiği için, her devirde muhtevâsının çok farklı olması gerekdiği, böylece insangücünden en gelişmiş, en mûdil (sophistiqué) silâhlara veyâ iktisâdî imkânlara kadar kuvvetli olmayı sağlıyan her şeyi ihtivâ ettiği hemen rahatlıkla anlaşılıyor. Buna rağmen, onu, “Kuvvet, atmaktır” Âhâd Hadîsine (Müslim, Ebû Dâvud, v.s.; Riyâzü’s-Sâlihîn No 1335) istinâd ederek Rivâyetci Tefsîrin dar kalıbları içinde tefsîr etmiye kalkarsak, ondan sâdece “ok atmak” mânâsını çıkarabiliriz… 

“Ribâti’l-hayl” hazırlama emri ise, iki yönlüdür: Bir taraftan müdâfaamız için kullanacağımız hâs atlar yetiştirmek ve beslemek, dîğer taraftan, onların konaklama yerlerini hazırlamak, inşâ etmek… “Atların konaklama yerleri”nden asıl maksad ise, İnzâl devrinde atların en mühim unsurunu teşkîl ettiği müstahkem mevkiler, kaleler binâ etmekdir. Nitekim târihen de bu böyle anlaşılmış ve Hz. Ömerü’l-Fârûk Hazretlerinin devrinden îtibâren bu istikâmette adımlar atılmış, netîcede, ortaya muazzam hudûd kaleleri çıkmış ve “ribât”, gâyet yerinde olarak, bu binâlara isim olmuştur.

Hâlbuki, İnsanlığın ilmî ve teknik sâhadaki tekâmülü netîcesinde, bir ân gelmiş, memleketin hudûdlarını muhâfaza etmek için, atların da, kalelerin de kıymeti kalmamıştır. Artık lâzım olan, yer altı sığınakları (“bunker”ler), toplar, tanklar, uçaklar, insansız hava vâsıtaları, v.s. ile onları destekliyen kuvvetli bir siyâsî ve iktisâdî yapıdır. “Ribât”, bugün bütün bunlar demekdir…

Öyleyse, “kuvvet” gibi “ribâti’l-hayl hazırlama” emrini de harfiyen anlamamak, ancak ve ancak, her devirde Âyetteki hükmün maksadını tahakkuk ettirecek en uygun vâsıtalara mürâcaat etmenin İlâhî Emre itâat, aksinin isyân olduğunu idrâk etmek lâzımdır.

“Kuvvet ve Ribâti’l-hayl” Âyet-i Celîlesi üzerinde yürüttüğümüz muhâkemenin hülâsası şudur:

1) Bahis mevzûu Âyetteki hükmün hikmeti, caydırıcılık, yânî (kendimiz aslâ mütecâviz olmadan) düşmanları, -gözlerini korkutarak- tecâvüzden alıkoyacak kadar kuvvet hazırlamaktır.

2) “Kuvvet hazırlamak”, yânî askerî bakımdan kuvvetli olunduğu gibi, siyâsî, iktisâdî, kültürel ve sâir her noktainazardan da kuvvetli bir cem’iyet, bir Devlet teşkîl etmek…

3) Bu “kuvvet”in bir unsuru olarak, Hz. Peygamber devrinin (ve daha sonrasının o devre benzer) şartlarında, hem seçme atlar yetiştirmek, hem de serhad boylarında müstahkem mevkiler, kaleler inşâ etmek, Peygamber devrinin şartları değiştiğinde ise, yeni şartlara muvâfık ve ahlâk̆en meşrû olan her çeşid yeni müdâfaa tedbîrlerini almak…

4) Allâh’ın hükmüne tâbi olmak, O’nun emrine itâat etmek demek, her devirde ve körü körüne, Âyette zikredilen vâsıtalardan şaşmamak değildir. Bilakis bu tavır, Allâh’a isyândır; çünki o mîadını doldurmuş vâsıtalarla, Âyetteki hükmün hikmeti olan “düşmanı caydırmak” hedefine ulaşılamaz; mütecâviz düşmana mağlûbiyet kaçınılmaz olur…

İşte nasıl ki Kâinâtın ve insanın yaratılışıyle alâkalı Âyetleri, günümüzde, Tecrübî İlimlerin en son keşiflerini dikkate alarak tefsîr ediyoruz, aynen öyle de, Ahkâm Âyetlerini, günümüzün zihniyetini, insanlık anlayışını, hassâsiyetlerini, ihtiyâclarını, maslahatlarını, imkânlarını, vâsıtalarını dikkate alarak değerlendirmeli, böylece onlardan günümüz şartlarına uygun hükümler istinbât etmeliyiz…

(“Kuvvet ve Ribâti’l-Hayl” Âyeti hakkındaki işbu çalışmamızın aslı, 1989 senesinde têlîf ettiğimiz Kur’ân’da Cumhûrî Nizâm ünvânlı gayr-i münteşir kitabımızda mündericdir. Onu, oradan, tekrâr gözden geçirip bir hayli genişleterek iktibâs ettik… -İstanbul, Ankara, Bolu, Mart 2025-)

2. Bahis: İstişârî Hükûmet

Hakîkat uğrunda senelerce süren bir mücâhedenin, samîmî bir sorgulama, araştırma, tefekkür ve tartışma cehdinin bizi ulaştırdığı nihâî düşünce şudur:

Kur’ân-ı Kerîm’in hedef aldığı cem’iyet modeli, en kâmil mânâsıyle cumhûrî (démocratique), çok sesli (pluraliste), istişârî (consultatif) cem’iyettir.

Bizi böyle bir tesbîte götüren başlıca husûs ise, Kur'anî “istişâre” mefhûmudur. Bu mefhûm, cumhûrî seçim, halkın rızâsı, temsîlî hükûmet, iktidârın cumhûrun reyiyle el değiştirmesi, çok seslilik, millet meclisi (parlement, parlamento), cumhûrî teşrî esâsı, istişarî idâre usûlü, fikir, kanâat ve ifâde hürri­yeti, adem-i merkeziyet gibi birçok cumhûrî mefhûmun anahtar keli­mesidir.

Halkın rızâsıyle iktidâr olma ve cem’iyeti alâkadar eden bütün işlerin istişâre (consultation) ile yürütülmesi esâsı; insan haysiyeti, insanın kadri, insanın hükümrânlık hakkı gibi en temel insânî değerlerin mantıkî bir netîcesi sıfatiyle İnsan Haklarının vazgeçilmez bir esâsı, rüknü, ayrılmaz bir parçası olduğu gibi dîğer İnsan Haklarının têsîsi ve muhâfazası da ancak bu Temsîlî ve İstişârî Hükûmet anlayışıyle mümkündür.

Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamberin Sahîh Sünneti ve Ashâbın tatbîkâtı üzerinde dikkatle, etraflıca düşününce İslâmın siyasî rejiminin cumhûriyet (ki hilâfetin dîğer isminden başka bir şey değildir) olduğu o kadar berrak bir şekilde ortaya çıkıyor ki insan Müslümanların nasıl olup da bu anlayışdan uzaklaşarak saltanat veya Şiî imâmet boyunduruğunu kabûl edebildiğine hayret ediyor…

Hiç şüphesiz, Kur'ânî “istişâre”, “bîat”, “hilafet" mefhûmları bizi en geniş mânâsıyle (yânî cem’iyetin bütününde, her siyâsî, ictimâî, iktisâdî, askerî teşekkülün bünyesinde) tam tekmîl bir cumhûrî-istişârî iktidâr ve idâre anlayışına götürdüğü gibi, Peygamberî Medîne Esâs Kanûnu da o günün ictimâî şartlarında cumhûrî hükûmet / cumhûrî cem’iyet anlayışının.pek güzel bir tatbîkâtı olarak önümüze çıkıyor...

Şimdi kısaca bu husûsları îzâh edelim.

Yüce Allah, Resûl'üne hitâben buyuruyor:

“Sen Allah’ın rahmetiyledir ki onlara mülâyemetle davrandın. Şâyed kaba, katı yürekli olsaydın etrâfından dağılıp giderlerdi. Hatâlarını sil, kendilerini afvet! İş husûsunda onlarla istişâre et (Şâvirhüm fî'1-emr)! Sonra da azmettin mi artık Allâh’a tevekkül et! Allâh mütevekkilleri sever!” (Âl-i İmrân -3-: 159) [“Onlara”: Uhud’da düşmanın önünden kaçanlara…]

Kezâ peş peşe bir dizi Âyette Müslümanların güzel hasletleri târîf edilirken bu hasletler arasında istişâre esâsı da zikrediliyor:

“Yine onlar, Rab'lerinin dâvetine icâbet eder, namazlarını kılarlar. İşleri aralarında şûrâ iledir (emrühüm şûrâ beynehüm) ve kendilerine rızk olarak verdiklerimizi infâk ederler.” (Şûrâ -42-: 38)