“Bugün ferdî mesâînin bütün mahsûlü bir hüsrân!”

“Cihân altüst olurken seyre baktın, öyle durdun da, / Bugün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda! / […] Beşer doğrulmuş, etmiş -bir de baktın- cevvi istîlâ; / Yanar dağlar uçurmuş gezdirir beyninde dünyânın; / Cehennemler batırmış yüzdürür kalbinde deryânın; / Deşer âfâkı, bir şeyler sezer esrâr-ı kudretten. / Eşer âmâkı, izler keşfeder edvârı hilkatten. [Âmâk: Derinlikler] / Zemîn mahkûmu olmuştur, zamân mahkûmu olmakta… / O, heyhât, istiyor hâkim kesilmek bu’d-ı mutlakta! [Buûd-ı mutlak: Fezâ] / Tabîat bin çelik bâzûya sâhibken, cılız bir kol / Ne kâhir saltanat sürmektedir; bak bak da hayrân ol! / Hayır, bir kol değil, binlerce, milyonlarca kollardır; / Yekâheng olmuş işler, çünki birleşmekte muztârdır. / Bugün ferdî mesâînin bütün mahsûlü bir hüsrân, / Birer beyhûde yaştır damlıyan efrâdın alnından! / Cihân artık değişmiş, infirâdın yoktur imkânı; / Göçüp mâmûrelerden boylasan hattâ beyâbânı! [İnfirâd: Ferd hâlinde, münferid, yalnız yaşama, hareket etme; beyâbân: çöl.] / Yaşanmaz böyle tek tek; devr-i hâzır, devr-i cem’iyyet!” (Mehmed Âkif Külliyâtı 9/240-241)

Vaazının devâmı ise, bu şiirinin tefsîrinden ibârettir ve aynı zamânda Târihî Türkcemizin pek güzel bir nümûnesidir:

“Evet, biz Müslümanlar, cihân çalışırken, didinirken, uğraşırken, nâmütenâhî terak̆k̆iyât, nâmütenâhî ink̆il̃âblar geçirirken uzaktan seyirci sıfatıyle baktık. Bilhâssa şu son senelerde başımıza birçok fel̃âketler yağdı. El’ân çilemizi doldurmadık. Sebebi? Hep seyirci kalmamız, umûr-ı Dîne olduğu gibi, umûr-ı dünyâya karşı da bîg̃âne durmamızdır. (Mehmed Âkif Külliyâtı 9/242) […]

 

“Tek başına sarfolunan mesâînin kıymeti yoktur; biz de aramızda vahdeti têmîn ederek topluca çalışmıya koyulmalıyız!”

“Tabîat bin çelik bâzûya [> pazuya] sâhibken, insanın bir cılız kolu nasıl k̃âinâta hâkim oluyor? Nasıl bu kadar kuvâ-yı tabiiyeyi hükmü altına alıyor? Hayır, yanlışın var: Bu kadar işleri gören bir kol değil, binlerce, milyonlarca koldur! Bunların hepsi bir araya gelmiş, teşrîk-i mesâî etmişler, geceli gündüzlü çalışıyorlar, uğraşıyorlar. Çünki anlamışlar ki birleşmeseler, kendilerini her taraftan kuşatan tehlikelere karşı duramıyacaklar. Demek birleşmekte zarûret var. Bu ıztırâr olmasaydı, birleşmeleri de mümkin olmazdı.

“İşte biz şimdi derdimizin başını bulduk. Başkaları zarûreti görünce birleşmişler; biz ise, o zarûreti görmediğimiz için bu birliği vücûda getirememişiz yâhud gördüğümüz hâlde têmîn-i vahdet cihetine yanaşmamışız. Bugün hayâtın, maîşetin, ihtiyâcâtın aldığı tarz îtibâriyle bir insan tek başına bir iş göremiyor. Bütün işler; şirketler, cem’iyetler, milletler tarafından meydana getiriliyor. Ne fabrikalar, ne demiryolları, ne vapurlar, ne limanlar, ne hastahâneler, ne câmiler, ne mektebler, ne ticâretler, ne de dîn ve vatan müdâfaa edecek toplar, tüfekler, cephâneler… Elhâsıl hiçbir şey ferdî sây ile, yânî tek başına çalışmakla kâbil olamıyor. Bugün hayât öyle bir şekil almış ki tek başına çalışan bir adamın alnından damlıyan terler, tıpkı gözyaşı gibi dökülüp gidiyor, hiçbir fâide têmîn etmiyor. Ne zamân bir yere gelmiş binlerce alın birden terlerse işte o vakit bu sâyin yeryüzünde bir eseri, bir izi görülebilir.

“Mâdemki tek başına sarfolunan mesâînin kıymeti yoktur, biz de aramızda vahdeti têmîn ederek topluca çalışmıya koyulmalıyız! (Mehmed Âkif Külliyâtı 9/243-244) […]         

 

“El birliğiyle bugün Vatanı müdâfaa etmeli! Aslâ mêyûs olmamalı! Canla başla çalışırsak, Vatan-ı İslâmı kurtarırız!”

“…Müslümanlar, aralarında ayrılığı gayriliği mûcib olacak en ufak hâdiselerden, dargınlığı intâc edecek en hafîf hareketlerden, sözlerden kat’iyen çekinmelidir! Fırkacılık, kavmiyetcilik… Bunlar artık susmalı! El birliğiyle bugün vatanı müdâfaa etmeli! Aslâ mêyûs olmamalı! Emîn olmalıyız ki canla başla çalışırsak, aradaki esbâb-ı tefrikayı kaldıracak olursak, Vatan-ı İslâmı kurtarırız!

“İnşâallâh bundan sonra Âlem-i İslâm hakkındaki tecellî-i Celâl, Cemâle ink̆il̃âb edecekdir!

 

(Avrupa’da) “aleyhimizdeki cereyânların biraz değişmiş olmasının bir sebebi de, Âlem-i İslâmın lehimizdeki galeyânlarıdır”

“Önümüzde, hamd olsun, birçok beşâretler var! Bugün bütün Müslümanlar uyandı. Gerek dünyâyı, gerek kendilerinin dünyâdaki mevk̆ilerini artık anlamıya başladı. Sonra gözleri büsbütün açıldı. Müslümanlar kendi başlarını kurtarmıya, kendi hakk-ı hayâtlarını ihkâk etmiye çalışmazlarsa, Kıyâmete kadar zillet içinde, meskenet içinde kalacaklarını anladılar; ona göre çalışmıya başladılar. Başkalarından merhamet, adâlet dilenmenin, mürüvvet, insâniyet beklemenin pek beyhûde olduğunu bilfiil gördüler; asırlardan beri dalmış oldukları uykudan artık silkiniyorlar. İnşâallâh bu intibâh devâm edecek, bütün Cihân-ı İslâma yayılacak, yakın zamânda bir gün gelecek ki İslâm asırlardan beri kaybettiği şevk̆etini, kudretini, azâmetini yine istirdâd edecekdir!

“Bütün aleyhimizdeki cereyânlar biraz değişmiş, eskisinden biraz daha iyileşmiş görünüyorsa, emîn olunuz ki bu ink̆il̃âb hep Vatanı müdâfaa yolunda masrûf olan bu mücâhedelerinizle Âlem-i İslâmın lehimizdeki galeyânları, tezâhürleri sâyesindedir. (Mehmed Âkif Külliyâtı 9/253-254) […]

 

“Bu nâmerd taarruza karşı koymak, her ferd için farz-ı ayndır!”

“Cemâat̃ içinde herkesin uhdesine düşen bir vazîfe-i vataniye, bir farîza-i dîniye vardır ki onu îfâda zerre kadar ihmâl göstermek câiz değildir. Bu husûsta hiçbir ferd kenara çekilerek seyirci kalamaz. Çünki düşman kapılarımıza kadar dayanmış, onu kırıp içeri girmek, harîm-i nâmûs ve şerefimizi çiğnemek istiyor. Bu nâmerd taarruza karşı koymak, kadın-erkek, çoluk-çocuk, genc-ihtiyâr her ferd için farz-ı ayn olduğu bir lâhza hâtırdan çıkarılmamalıdır. Bugün herkes vüs’unu sarf ile mükelleftir.

 

“Anadolu’yu müdâfaa husûsunda dîğer vilâyetlere önayak olmak şerefini siz ihrâz ettiniz.”

“Osmanlı Saltanatını îlâ için Karesi’nin, bu kahraman İslâm muhîtinin vaktiyle büyük fedâkârlıklar gösterdiği herkesin mâlûmudur. Rumeli’yi baştan başa fetheden hep bu topraktan yetişen babayiğitlerdi. O kahraman ecdâdın torunları olduğunuzu isbât etmelisiniz! Anadolu’yu müdâfaa husûsunda dîğer vilâyetlere önayak olmak şerefini siz ihrâz ettiniz. Sâyiniz meşk̃ûrdur. İnşâallâh bu şân ve şeref Kıyâmete kadar artar gider! İnşâallâh Vatanımızın haysiyeti, istiklâli, saâdeti, refâhı, ümrânı dünyâlar durdukça masûn ve mahfûz kalır! (Mehmed Âkif Külliyâtı 9/255)” (Mehmed Âkif Külliyâtı, Hazırlıyan: İsmail Hakkı Şengüler, Son Tashîh: M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul: Hikmet Neşriyat, 1990, cild 9, ss. 239-255)

İstiklâl Harbi zamânında Mehmed Âkif merhûm… (Resmin kaynağı: Mehmed Âkif Ersoy; İstiklâl Marşı’nın Kabulünün 90. ve Âkif’in Ölümünün 75. Yılı Anısına; Editör: Prof. Dr. Mustafa İsmet Uzun, Ankara: T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı Yl., 2011, 25x30 cm, 488 s. Bu kitabın 324-346. sayfalarında, bizim de, “Mütercim Olarak Mehmed Âkif” başlıklı makâlemiz mündericdir.)

***    

19 Kasım 1920: Kastamonu’da Nasrullâh Câmii’ndeki Mev’ize’si

Bu Mev’ize’nin ana mevzûu, Müsbet İlimler ve teknoloji sâhasındaki -takdîre şâyân- muazzam muvaffakiyetleriyle berâber ve bunları da sûistimâl ederek bütün dünyâyı sömüren, kendi dışındaki bütün İnsanlığa zulmeden Gar̃b Âleminin ikiyüzlülüğü ve onun zulmünden kurtulmak için Müslümanların topyekûn teşkilâtlı mücâdele vermeleri zarûretidir. Mehmed Âkif, Gar̃b Âleminin, dünyânın her tarafında, Müslümanlara revâ gördüğü binbir hakâret ve zulmü misâller vererek anlattırken, kendini tutamıyarak, büyük bir infiâl hâletirûhiyesiyle, şöyle haykırmaktan kendini alamıyor:

“Benim bu kürsüden söyliyecek bir sözüm varsa o da Gar̃b Medeniyeti dediğimiz o rezîl âlemin bir ân evvel hâk̃ ile yeksân olmasını temennîden ibârettir!”

 

“Benim Dîndaşlarım nâmına istediğim medeniyet, mâneviyâtı pâyimâl eden Gar̃b Medeniyeti değil, Medeniyet-i Fâzıladır!”

Bu sözü sarfettikden sonra, Rahmetli, derhâl Gar̃b’de neşvünemâ bulmuş Müsbet İlimlere ve onların netîcesi olan keşif ve îcâdlara sâhib çıkmaktan hâlî kalmaz; o âlemin sâdece ahlâksızlık ve zulümlerine düşman olduğunu tasrîh etmeyi ihmâl etmez:

“Ey cemâat-i Müslimîn! Sakın bu sözlerimden benim ilim düşmanı, mârifet düşmanı, terak̆k̆î düşmanı olduğuma zâhib olmayınız! Benim bütün insanlar hesâbına, bilhassa Dîndaşlarım nâmına istediğim bir medeniyet varsa, o da her mânâsıyle pâk̃, yüksek, nâmûslu, vakarlı bir medeniyettir, yânî Medeniyet-i Fâzıladır. Gar̃b Medeniyeti, maddiyâttaki terak̆k̆îsini mâneviyât sâhasında kat’iyen gösteremedi; bilakis o ciheti büsbütün ihmâl etti! Hayır, ihmâl etmedi; bile bile pâyimâl etti! Avrupalıların ne mal olduklarını anlıyamıyanlar, zannederim ki bu sefer artık gözleriyle görerek hatâlarını tashîh etmişlerdir!” (Mehmed Âkif Külliyâtı 9/292)

 

Mehmed Âkif gibi bir islâmî şahsıyet, Materyalizm – Frenkcilik - Şahısperestlik sacayağı üzerine kurulu Kemalizmle bağdaşabilir mi?

Evet, şu zihniyeti, şu hissiyâtı ile, Mehmed Âkif merhûmun ağzından Mustafa Kemâl’in lehinde bir söz çıkabileceğine nasıl inanılabilir? O Mustafa Kemâl ki bâtıl ideolojisini Materyalizm – Frenkcilik - Şahısperestlik sacayağı üzerine kurmuştur!

 

“Şark Vilâyetlerindeki zafer, topyekûn Mücâhidlerimizin eseridir!”

Rahmetli, Mev’ize’sinin aşağıdaki pasajında ise, Müslüman halkın, “Mücâhidlerimizin” Şark vilâyetlerindeki muvaffak̆iyetini takdîrle anar, fakat bunda yine meselâ rahmetli Kâzım Karebekir Paşa’nın têsîri üzerinde hiç durmaz; onun gâyet isâbetli bakış zâviyesiyle, asıl muvaffak̆iyet sebebi, düşman işgâli altında şiddetli ezîyet gören ve nihâyet zillete tahammül edemiyen Müslümanların, büyük bir Îmân heyecânı içinde, topyekûn seferber olmaları, canlarını dişlerine takarak mücâdeleye atılmalarıdır:

“Biz aklımızı başımıza alarak ele ele verdiğimiz gün, inâyet-i Hak’la Memleketimizi, istiklâlimizi kurtarmaklığımız muhakkaktır. İşte vilâyât-ı Şark̆iye ahâlîsi gözünüzün önünde duruyor: Bunlar düşman istîlâsı ne demek olduğunu gözleriyle gördükleri için bu sefer İngiliz iğfâlâtına kapılmadılar; aralarında tefrika çıkmasına, nifâk çıkmasına meydan bırakmadılar; can cana, baş başa verdiler, yurdlarını çiğnemek, kendilerini esâret altına almak için hudûd boyunda fırsat gözetip duran düşmanı târümâr ettiler; Kars gibi en müstahkem bir kal̃’aya bayrağımızı dikerek ileriye doğru yürüdüler, gittiler… Cenâb-ı Hak, o kahraman Mücâhidlerimize tevfîkler ihsân buyursun; Anadolu’muzun garbindeki bu sefîl düşmanı [Yunan Ordusunu] da Ermenilerin bihakkın uğradıkları âk̆ibete uğratsın!

“- Âmin!

“Bizi mahv için tertîb edilen [Sevr] Muâhede-i Sul̃hiye paçavrasını  Mücâhidlerimiz şark tarafından yırtmıya başladılar. Şimdi beri taraftaki Dîndaşlarımıza düşen vazîfe, Anadolu’muzun dîğer cihetlerindeki düşmanları denize dökerek o murdâr paçavrayı büsbütün parçalamaktır! Zîrâ o parçalanmadıkça İslâm için bu diyârda bekâ imkânı yoktur!” (Mehmed Âkif Külliyâtı 9/298-299)

 

28 Mart 1921: Kastamonu’nun Bir Kazâsında Îrâd Ettiği Mev’ize

Rahmetli Mehmed Âkif, aynı tesbît ve noktainazarını, 28 Mart 1921’de (Şengüler’deki hâşiyeye nazaran, bu Mev’ize, daha evvel, 3 Şubat 1921 târihli Sebîlürreşâd’da intişar etmiştir), “Kastamonu Havâlîsinde” (Kastamonu’nun bir kazâsında) verdiği vaazda, bu sefer de Maraş’taki Mücâhidlerin kahramanlığını anarak tekrâr ediyor:

“Ey cemâat-i Müslimîn! İnâyet-i İlâhiye kapıları kapanmamıştır! Henüz açıktır! Bizim için o kapılara doğrulmaktan başka bir şey lâzım değil! Nusret rü’zgârları başlarımızın üzerinde esip duruyor. Allâh’ın bu ezelî ve ebedî nefhasını teneffüs etmekden başka bir harekete ihtiyâc yok! Ne duruyorsunuz! Sizler böyle yêse dalarsanız, “Artık İslâm için halâs çâresi kalmamıştır; artık Dînin son yurdu olan bu topraklar da mutlakâ bizim elimizden çıkacaktır!” diye kötürümler gibi elleri kolları bağlı durursanız hâlimiz ne olur? Hiç düşünmüyor musunuz?