Şehirlerin beton labirentlerinde kaybolmuş bedenlerimiz, birer makine gibi çalışıyor. Kan tahlilleri, detoks reçeteleri, "mükemmel beden" vaatleri… Sağlıklı yaşam denen bu çağdaş çılgınlık, Anadolu’nun köy meydanlarında paylaşılan bir tas çorbadan daha mı kıymetli? Oysa biliyoruz: Gerçek şifa, laboratuvarlarda değil, toprağın kokusunda, komşunun kapısını çalan çay sesinde, bir lokma ekmeğin bölüşülmesinde gizli. Yılda 112 günümüzü çalan "kendine bakma" telaşı, bizi nefes almayı unuttuğumuz bir girdaba sürüklüyor. Organik pazarlar, yoga stüdyoları, pahalı testler… Hepsi, bir köy evinin avlusunda çocukların koşuşturduğu o dinginliği satın alamıyor.

Ölümü unutmak için yaşamı tüketiyoruz. İstanbul’un neon ışıkları altında, ölümün sessiz çığlığı beton duvarlarda kayboluyor. Oysa Anadolu’nun taş evlerinde mezarlıklar, bahçenin hemen yanında; ölüm, hayatın tam ortasında bir çınar gibi kök salıyor. Bizse organik gıdalarla, pahalı check-up’larla, "anti-aging" kremlerle ölümü kandırmaya çalışıyoruz. Stres, korku, endişe… Bunların hepsi "hastalık" değil mi zaten? Dis-ease: Dengesizlik. Türkçesiyle "huzursuzluk"… Modern dünyanın sunduğu "sağlıklı yaşam", huzursuzluğun ta kendisi.

Bir çocuk, ebeveyninin ilgisizliğini kendi kusuru sanır: "Ben daha iyi olsam, böyle olmazdı." Bu suçluluk, tıpkı Külkedisi’nin küllerinde umut araması gibi… Mevlana’nın dediği gibi, "Yara, içinde şifayı taşır." Ama biz yaralarımızı sarmak yerine üstünü örtmeyi seçiyoruz. Travma, dededen toruna aktarılan bir yadigâr gibi. Toplumun hafızası, tıpkı Kars’ın karlı sokaklarında savrulan rüzgâr gibi, çözülmemiş acıları herkese bulaştırıyor. Siyaset bilimcilerin "Neden travma tekrar eder?" sorusunun cevabı, burada: Çocukluğunda reddedilen, yetişkinliğinde reddediyor. Ailesinden şiddet gören, şiddeti normalleştiriyor. Yaralı toplumlar, yaralı bireyler yetiştiriyor.

Batı tıbbı bedeni "bozuk parça" olarak görürken, Anadolu’nun şifacı nineleri ilacı sözle verirdi. Toprak canlıdır; zehirlenen toprak, nesillerin ruhunu da zehirler. İzmir’in dağ köylerinde yerel tohumla yetişen domates, sadece bir sebze değil; bir neslin hikâyesidir. O domatesin kökleri, dedelerin ellerinde filizlendi. Yerel pazarlar, ekonomi değil, dayanışma ritüelidir. Köylü kadınların tezgâhtaki sohbetleri, sadece ürün satmaz; acıları, sevinçleri, umutları da satar. Bugün ABD’de kişisel sağlıklı yaşam harcamaları artarken kronik hastalıklar patlıyorsa, belki de sorun toprağın, toplumun, aidiyetin kaybında.

Sağlık, laboratuvarda değil, mahalle bakkalının tezgâhında aranmalı. İnsan sadece hücrelerden değil, anılardan örülüdür. Edirne’deki bir selatin camisinin kubbesi nasıl taşların uyumuna dayanıyorsa, sağlık da toplumun uyumuna bağlı. Travma, ancak kolektif şefkatle iyileşir. Bir köy meydanında, çınar altında oturan yaşlılar bilir: Huzur, bir fincan kahvenin paylaşımındadır. Sağlıklı yaşam endüstrisi "mükemmel beden" vaat ederken unuttuğumuz basit bir gerçek var: Sağlık, bir bütünün parçası olmakta. Tıpkı Fırat’ın sularının kaynağına sadık kalması gibi.

Şifayı aramak için uzaklara gitmeye gerek yok. Toprağa dokunmak, bir dostun elini tutmak, mahalle fırınından yükselen taze ekmeğin kokusunu içine çekmek yeter. Çünkü gerçek şifa, yalnız olmadığımızı hatırlamakta. Şehirlerin gürültüsünde kaybettiğimiz o sessiz bilgelik, köy meydanlarında hâlâ yaşıyor: İnsan, ancak ait olduğu yerde sağlıklıdır.