Profesör Doktor Gürsoy Şahin ile “Sömürgecilik” üzerine röportaj gerçekleştirdik.
Öncelikle sömürgecilik kavramını tarihsel kökenleriyle birlikte tanımlar mısınız? Modern sömürgecilik anlayışı ne zaman ve nasıl şekillenmiştir?
Sömürgecilik, kolonizasyon ve emperyalizm genelde yanlış olarak birbirlerinin yerine kullanılan kavramlardır. Röportaja başlarken öncelikle bu kavramların ne olduğunu açıklamak yerinde olacaktır. M. Ferro sömürgeciliği; “yabancı bir toprağın işgalini, o toprağın işlenmesini ve bölgeye göçmenlerin yerleşmesini” ifade eden bir terim olarak tanımlamaktadır. Bu anlamda sömürgeciliğin tarihinin eski Yunan veya Fenikeliler gibi Akdeniz’de koloni kuran devletler dönemine yani yaklaşık üç bin yıl öncesine kadar götürülebileceği ifade edilebilir. Ancak bu tanımı sömürgecilikten ziyade kolonizasyon olarak değerlendirmek daha doğrudur. Esasen sömürgecilik “başka topluluklara ait olan maddî-manevî bütün kaynakların bir ulus ya da devlet tarafından zorla ele geçirilmesi ve götürülmesi” olarak tanımlanabilir. Sebepleri arasında Hristiyanlığı yayma, toprak açlığı, zengin olma isteği, köle veya ucuz işgücü sağlamak, yeni pazarlar bularak kendi iç pazarını genişletme politikası, keşif ve macera, sömürge topraklarının güvenliği gerekçesiyle önleme amaçlı işgaller, diğer ülkelerden önce davranarak “kimseye ait olmayan” toprakları ele geçirmek, “üstün ırk psikolojisi” veya “sosyal darvinizm” gibi gerekçeler sayılabilir.
MEDENİYET GÖTÜRME YALANI

Sömürgecilik sürecinde özellikle 19. yüzyıl Avrupa’sının “medeniyet götürme” iddiası çokça vurgulanır. Bu argümanın arkasındaki gerçek dinamikler sizce nelerdir?
“Medeniyet götürme” iddiasını veya propagandasını sömürgeciliğin sebepleri arasında yer alan “üstün ırk psikolojisi” veya “sosyal darwinizm” gibi kavramlarla izah etmek mümkündür. Burada ilk olarak “sosyal darwinizm” kavramına dikkat çekmek uygun olacaktır. Sosyal Darwinizm’in tek bir yorumu olmayıp bazı Sosyal Darwinistler minimum devlet müdahalesini savunmuş ve devletin yoksul veya dezavantajlı bireylere yardım etmesinin hatalı olduğunu iddia etmiştir. Bazıları ırkların “ıslah”ı için öjeniye [sağlıklı olmadığı düşünülen bireylerin çocuk sahibi olmalarını engellemeyi amaçlayan yasalar] başvurmayı önermiş, bazıları ise sömürgeciliğin zayıf ırkların elenmesini sağlayarak medeniyet için faydalı olacağını iddia etmiştir. Bu anlamda medeniyet götürme söyleminden beklenen fayda, zayıf veya geri kabul edilen toplulukların elenmesinin sağlanarak medeniyetin gelişmesine katkıda bulunulmaktır. Esasen medeniyet götürme iddiası bir propagandif söylemden ibarettir. Bunun propagandası Ortadoğu’da, Hindistan’da diğer bölgelerde de yapılmış ama sonuç hiçbir zaman iddia edildiği gibi olmamış, aksine sömürgeci güçlerin çıkarlarına hizmet eden bir sistem oluşturulmuştur.
SÖMÜRGEYE KARŞI ADALET: OSMANLI’NIN ALTERNATİF FETİH ANLAYIŞI

Osmanlı İmparatorluğu, Batılı güçlerin klasik sömürge politikalarına nasıl bir alternatif veya direnç modeli geliştirdi? Osmanlı’nın bu süreçteki duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burada öncelikle Osmanlı Devleti’nin fetihlerine dikkat çekmek ve “fetih” ile “sömürgecilik” arasındaki ilişkiye değinmek yerinde olacaktır. İlk olarak fetih biçimlerin tamamının sömürgeciliğe dönüşmediğini ifade etmek gerekmektedir. Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi bazı fetih biçimleri sömürgeciliğe dönüşmemiştir. Yani Osmanlı Devleti sömürgeci politikalar izlememiştir. Öte yandan İspanyol veya Rusların fetihleri/toprak kazanımları sömürgeciliğe dönüşmüştür.
Osmanlı Devleti’nin klasik sömürge politikalarına karşı daha çok diplomatik yöntemlerle direnç geliştirdiği söylenmelidir. Bu anlamda Afrika üzerinden örnek vermek daha uygun olacaktır. Osmanlı Devleti’nin Afrika halklarıyla gerek sömürgecilik öncesi ve gerekse sömürgecilik döneminde karşılıklı münasebetler kurduğu bilinmektedir. Bu münasebetlerin bir sonucu olarak Avrupalı sömürgeci güçlerin Afrika kıtasını paylaşma sürecinde Osmanlı Devleti, yerlilerin yanında yer almış ve bölgenin sömürgeleştirilmesini kabul etmemiştir. Osmanlı Devleti’nin, sömürgeciliğe ve Afrika ile ilgili meselelere kayıtsız kalmadığını gösteren en önemli hususlardan birisi de Berlin Konferansı (1884-1885)’dır. Ancak Osmanlı Devleti, konferanstaki çabasına rağmen sömürgeciliğin önüne geçme konusunda ciddi bir varlık gösterememiştir.
Sömürgecilik yalnızca siyasi ve ekonomik bir istiladan ibaret değil, aynı zamanda kültürel ve zihinsel bir işgal süreci olarak da görülüyor. Sizce bu zihinsel sömürgeleşmenin etkileri bugün hâlâ devam ediyor mu?
Evet, zihinsel sömürgeleşmenin etkilerinin bugün halen devam ettiği söylenebilir. Bu anlamda her türlü dijital medya araçları “kültürel ve zihinsel işgal sürecini” devam ettiren unsurlardır. Bence en önemli sorun özgüven eksikliğidir. Burada klasik sömürgeciliğin sebeplerinin zihinsel sömürgeleşmenin sebepleri olarak da sayılabileceğini söyleyebiliriz. Bu anlamda sömürgecilik hem siyasi ve ekonomik bir istila hem de kültürel ve zihinsel bir işgal süreci olarak görülmelidir.
BÖL, PARÇALA, YÖNET: SÖMÜRGECİLİĞİN YÜZYILLIK HAFIZASI

Afrika, Asya ve Ortadoğu coğrafyalarında sömürgecilik sonrası oluşan devlet yapıları ve sınırlar, bugünkü çatışmaların temelinde nasıl bir rol oynuyor?
Çok klasik bir yaklaşım olacak ama İngilizler için söylenen böl, parça ve yönet stratejisi, tüm sömürgeci devletlerin temel prensibi olarak kabul edilebilir. Avrupalı devletlerin dünyanın farklı bölgeleriyle birlikte İslam ülkelerine yönelik XVI. ve XVII. yüzyıllarda ticari amaçlarla başlattıkları dışa açılma süreci, daha sonraki yüzyıllarda toprak ilhakları ve tam sömürgeleştirme politikalarıyla devam etmişti. Dolayısıyla Afrika, Ortadoğu, Orta Asya, Güney Asya ve Güneydoğu Asya’da yer alan pek çok bağımsız İslam devleti yıkılarak Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen sürede Avrupa sömürgesi haline getirilmişlerdi. Savaş sonrasında sadece Türkiye, kısmen de İran, Suudi Arabistan ve Afganistan bağımsızlıklarını koruyabilmişlerdi.
Zamanla gücünü ve itibarını kaybeden geleneksel siyasi ve dini otoriteler, yerlerini çağdaş ve Batı eğilimli, fakat sömürgeciliğe karşı olan okumuş aydın kesimlere ve eğitimli meslek sahibi kişilere bırakmışlardı. Yani XX. yüzyılın başlarında Batı dünyası, İslam dünyasını siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, hukuki ve eğitsel bakımdan nüfuzu ve egemenliği altına almıştı. Esasen Avrupa sömürgeciliği İslam ülkelerinin sadece coğrafi ve kurumsal haritasını değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda çağdaş İslam ülkelerinin yeni sınırlarını ve yeni yönetici liderlerini üretmiştir. Keza öteden beri devam eden geleneksel siyasi, sosyal, ekonomik ve eğitim kurumlarını köklü bir dönüşüme de uğratmıştır.
Batı dışı medeniyetlerin, özellikle İslam dünyasının sömürgecilikle mücadelede geliştirdiği entelektüel ve siyasi refleksleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu refleksler yeterince güçlü müydü?
Kanaatime göre sömürgeci güçlere verilen refleks derinlikli idi ama çabuk sonuç alınamadı. Çünkü sömürgeci uygulamalar uzun süreçler sonucunda İslam dünyasında yerleşmişti. İslam dünyasının Avrupalı sömürgeci devletlerin nüfuzu ve sömürge sistemi altına girmesi, XIX. ve XX. yüzyıllarda birçok dini, milli ve bağımsızlık hareketlerinin doğmasına yol açmıştı. İslam ülkelerinde Avrupa sömürgeciliğine ve etkisine karşı ilk tepkiler, İslam modernizmi veya yenilikçi dini düşünceleri savunan ıslah hareketleri şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Mısır’da, Hindistan ve Pakistan’da, Orta Asya ve Kafkaslar’da, İran’da, Endonezya’da ve Afrika kıtasının çoğu Müslüman bölgelerinde yenilikçi ulemanın önderliğinde çeşitli dini hareketler ortaya çıkmıştır.
‘YENİ SÖMÜRGECİLİĞİ’ (NEO-KOLONYALİZM) DOĞURDU

Sömürgecilik sonrası dönemde, bağımsızlığını kazanan ülkelerin içine düştüğü ‘yeni sömürgecilik’ (neo-kolonyalizm) kavramını nasıl açıklarsınız? Bu süreç nasıl işliyor?
İkinci Dünya Savaşı, Avrupa’nın içinde bulunduğu olumsuz ekonomik yapıyı daha da sarsmıştı. Sömürgelerde özerklik veya bağımsızlık talepleriyle başlayan her ayaklanma, Avrupalı devletlerin dominyonlarına daha fazla taviz vermesine neden oldu. Bu süreçte Avrupalı devletler sömürgelerdeki kalabalık halk kitlelerinin beklentilerini karşılamak yerine yerli seçkinlerin taleplerini karşılayarak ilişkileri sürdürmenin daha kolay olabileceğini değerlendirdi. Ancak gösterilen çabalar sonuç vermeyince Hindistan, Cezayir, Tunus, Fas, Kenya ve Malezya gibi sömürgelerde bağımsızlık yanlısı ayaklanmalar çıktı. Ayaklanmalar iç çatışmaları da beraberinde getirdi. Sonuçta ağır ekonomik sorunlar bir anlamda sömürgeciliğin sonunu getirirken ‘yeni sömürgeciliği’ (neo-kolonyalizm) doğurdu. Burada İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra 1950’li ve 1960’lı yıllardan sonra bağımsızlığını kazanan Afrika ve Asya ülkelerinde, sadece “yeni sömürgecilikten” veya sadece “yeni emperyalizmden” söz etmek yerine her ikisinin de devam ettiği söylenebilir.
SÖMÜRGECİLİĞİN YENİ YÜZÜ: EKONOMİK VE SİYASİ BAĞIMLILIK TUZAĞI

Günümüzde küresel şirketler, uluslararası kuruluşlar ve medya üzerinden yürütülen modern sömürgecilik biçimleri hakkında neler söylemek istersiniz? Sizce emperyalizmin yöntemleri nasıl evrildi?
Yeni emperyalizm, İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde sömürgeciliğin tasfiyesi döneminde Avrupa hâkimiyeti altındaki bölgelere Avrupalıların yerine Amerikalıların yerleşmesiyle gerçekleşmiştir. “Yeni sömürgeciliğin temelinde, teorik olarak bağımsız olan ve kendi kendine hâkim olma öğelerinin tümüne sahip olan bir devletin, gerçekte politikasının dışarıdan yönetilmesi bulunur”. Belli bir aşamadan sonra eski emperyalist güçler eski sömürgelerini “içten” denetlemeyi artık gereksiz bulmuş, bunun yerine bu ülkelerin gelişmelerine “yardım ettikleri” sistemler kurmaya başlamışlardır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni sömürgecilikten çok yeni emperyalizm söz konusudur. Ancak ekonominin globalleşmesi nedeniyle bu deyim de tam yerinde kullanılamamaktadır. “Çokulusluların emperyalizmi” deyimi ise bunların çıkarlarıyla devletlerin çıkarlarının iç içe geçmeleri olgusunu aktarmamaktadır. Buna göre mevcut duruma “çokuluslu emperyalizm” demek daha uygun olmalıdır. Çokuluslu emperyalizm esasen çokuluslu şirketler aracılığıyla yürütülmeye başlandı. Bu süreçlerde çokuluslu şirketler, her türlü medya aracılığıyla bir algı oluşturarak yapılan kötü bir şeyi iyi bir şeymiş gibi göstermeye başladılar.
UMUT HER ZAMAN VARDIR
Son olarak, genç nesiller için sömürgecilik tarihini öğrenmenin ve bu bilinci canlı tutmanın önemi hakkında neler önerirsiniz? Akademik camianın ve sivil toplumun bu konudaki sorumlulukları nelerdir?
Son olarak genç nesillerin hem sömürgecilik tarihini hem de Türk tarihini öğrenmelerinin çok önemli olduğunu hatırlatmak isterim. Aslında bugün karşılaştığımız sorunların tamamının çözümüne dair ipuçları tarihimizde mevcuttur. Türk ve İslam dünyasının bugün yaşadığı sorunların çözümü için başvurulması gereken yegâne bilge öğretmen tarihtir. Son olarak şunu söylemek isterim ki Batılılar her zaman etken ve üstün, İslam dünyası edilgenmiş gibi çok karamsar bir tablo çizmek doğru değil. Emperyalistler her türlü stratejiyi kullanabilirler. Ancak bunu bozacak tarihsel derinlik ve tecrübe Türk ve İslam dünyasında mevcuttur. Umut her zaman vardır ve kader gayrete âşıktır.





