Kendinizi modern bir sanat galerisinin steril sessizliğinde, bembeyaz duvarların ortasında hayal edin. Tam karşınızda, devasa bir tuval asılı duruyor; belki de beyaz bir zemin üzerine atılmış tek bir siyah kare ya da ilk bakışta anlamsız görünen renk sıçramaları. Etrafınızdaki diğer ziyaretçilerin yüzlerinde saygılı bir tefekkür ifadesi var, ancak sizin içinizde tanıdık bir fısıltı yükseliyor: "Bunu ben de yaparım." Bu his, sanat eseriyle aranıza giren, onu anlaşılmaz kılan bir cam duvardır.
Bu kafa karışıklığı anında donup kalalım ve kendimize temel bir soru soralım: Bir sanat eseri, bize baktığımızda gördüğümüz şeyden mi ibarettir? Yoksa "bakmak" ile "görmek" arasında, ancak doğru anahtarlarla açılabilecek gizli bir kapı mı vardır? Bu sorunun cevabını ararken, sezgisel ilhamların ötesine geçip bize bir alet çantası sunan bir isme yönelmemiz gerekiyor: İsmail Tunalı.
Tunalı, bir ilham perisi değil, bir mimardır; düşüncenin dağınık parçalarından sağlam bir yapı inşa eden bir sistem kurucusudur. Onun başyapıtı niteliğindeki Estetik adlı eseri, sanat karşısında hissettiğimiz o yabancılaşmayı kırmak için bir kılavuz gibidir. Bize, ilk bakışta anlamsız görünen sanat eserlerini anlamak için gerekli olan zihinsel bir çerçeve sunar. Bu çerçevenin bize öğrettiği ilk ders ise **"estetik tavır"**dır.
Bir ağaca baktığınızda ne görürsünüz? Bir marangoz, o ağaçtan ne kadar kereste çıkacağını hesaplar; bu, pratik bir tavırdır. Bir botanikçi, ağacın türünü analiz eder; bu da bilimsel bir tavırdır. İsmail Tunalı’ya göre ise bir üçüncü yol daha vardır: ağacın gövdesinin dokusuna, dallarının gökyüzüne uzanışındaki ritme, yaprakların arasından sızan ışığın oyununa, yani onun salt varlığına, hiçbir fayda gütmeden odaklanmak. İşte bu, "estetik tavır"dır. Bu, dünyayı ve onun gündelik telaşını bilinçli olarak "paranteze almak" demektir. Benliğin taleplerini susturup nesnenin formunun kendi dilinde konuşmasına izin verme eylemidir.
Bu tavrı benimsediğimizde, sanat eseri artık duvarda asılı duran pasif bir nesne olmaktan çıkar. O, bizim bilincimizde yeniden canlanır ve bizim bilincimiz de onun formuyla şekillenir. Bu, karşılıklı bir yaratım sürecidir; süje (bakan kişi) ile obje (sanat eseri) arasında geçen büyülü bir danstır. Bu dansın sonunda ortaya çıkan şey, ne salt bir histir ne de salt bir nesne; kendine özgü kuralları olan yepyeni bir gerçekliktir.
İşte bu nokta, bizi galerideki o soyut tabloya geri götürür. O tablo, çoğu zaman bir kaçış olarak yorumlanır: sanatçının gerçeklikten kaçışı. Oysa Tunalı’nın felsefesiyle baktığımızda, soyut sanat bir kaçış değil, tam aksine gerçekliğin en derinine inme, onun en saf haline ulaşma çabasıdır. Sanatçı, gündelik hayatta gördüğümüz gelip geçici ve tesadüfi formların (bir bulutun anlık şekli, bir yüzün ifadesi) perdesini aralayarak, onların ardında yatan değişmez ve evrensel yapıyı, yani "özü" yakalamak ister. Amacı, görüneni taklit etmek değil, görünmeyeni görünür kılmaktır.
Bu çerçeveden bakıldığında, soyut sanatçı, toplumun kabul ettiği görünür gerçekliği reddeden ve başkalarının göremediği daha derin bir gerçekliğe inanan bir öncü gibidir. Sıradan bir göze anlamsız gelen eserleri, aslında bu derin gerçekliği temsil etme yolunda girişilmiş son derece disiplinli ve felsefi bir çabadır. Onun anlaşılmaz görünmesi, yüzeydeki gerçekliğe sırtını dönmesindendir. Dehası ise, bu reddedişin sonucunda, varlığın temel yasalarını yansıtan yepyeni bir kozmos yaratabilmesindedir.
İsmail Tunalı'nın Estetik'i, bizim kişisel bakışımızı ayarlayan bir kılavuz işlevi görür. Bu eser, zamanı ölçen mekanik saatleri değil, dünyayı algılayan kendi zihnimizi ayarlar. Bize, pratik bakıştan tefekküre dayalı bakışa geçmenin; yüzeydeki görünüşten varlığın özüne nüfuz etmenin metodunu sunar.
Şimdi o beyaz duvarın önünde yeniden durun. Bir sanat eserinin hakikatine ulaşmak için, gündelik bakışınızın konforundan ve alışkanlıklarınızın güvenli limanından ne kadar uzaklaşmaya hazırsınız? Gördüğünüzün ötesine geçmek için, kendi içinizdeki o saf ve çıkar gütmeyen bakışı ne kadar dinlemeye niyetlisiniz?
Karşımızdaki o beyaz duvar, yalnızca tuvali değil, kendi bakışımızın sınırlarını da yansıtan acımasız bir aynadır. Bugün anlamsız bulduğumuz her çizgi ve her renk lekesi, aslında o aynada gördüğümüz kendi alışkanlıklarımızın, kendi zihinsel konforumuzun birer esiridir. Hakikat, yarının bir yerinde kendiliğinden ortaya çıkacak bir hediye değildir; o, bugünün anlamsızlığına yöneltilen bilinçli, ısrarcı ve cüretkâr bir bakışın emeğiyle inşa edilir. Bu inşaatın sorumluluğu ve ustalığı ise bütünüyle bize aittir.